Bu bölümde birey ve toplum ilişkisini konuştuk. Acaba zihinleri özgürleştirilebilen bir eğitim sistemini kurabilir miyiz?

Önceki bölümlerde eğitim sistemini öğretmen ve öğrenci düzeyinde ele almıştık. Bu bölümlerde zihinsel olarak özgürleşmiş bireyi tarif ettik. Kısaca bu kişiyi tekrar tarif edelim.

  1. Bu kişi göre ne kendi zekası, ne de başkasının zekası diğerinden üstün veya düşüktür. Bireyler arasındaki fark zekalarının eşitsizliğinden değil, birikiminden ileri gelir.
  2. Bir sanatçının, bilim adamının, tüccarın, çiftçinin veya hatibin zekası aynı zekadır.
  3. İnsanların yetenek olarak addettiği şeylerin büyük çoğunluğu birikim farklılıklarıdır. Genellikle kişinin ilgi duyduğu konularda daha fazla düşünmesi ve çalışması sonucu ortaya çıkan bir birikim.
  4. İnsanın en iyi öğrenme yolu “papağan gibi tekrar etmektir.” Bunun için önce tekrar edeceği şeyi ezberlemesi, ardından da bol bol pratik yapması gerekir.
  5. Her şey her şeydedir. Her insan her an, sürekli bir şey öğrenir. Bir romandan gramer, sineğin uçuşundan koordinat sistemi öğrenilebilir. Buna keşfederek öğrenme de diyebiliriz.
  6. Öğrenemem ve yapamam demek sadece tembelliktir.

Yazar bu kısımda eğitim sistemini toplum düzeyinde tartışmaya açıyor. Tarih boyunca da her devletin eğitim meselesini ele alış biçimleri farklılık göstermiş, hala da gösteriyor. Özellikle ulus devletlerin ortaya çıkması ile birlikte eğitimin tek çatı altında ve kontrollü bir yapıda olması istenmiştir. Bu yaklaşımın bizim tarihimizdeki karşılığı ise tevhid-i tedrisat kanunudur. Osmanlıda olduğu gibi eğitim sisteminde birliğin tesis edilemediği durumlar toplumun bütünlüğü açısından sorunlara yol açabilir. Çünkü devletlerin toplumu bir arada tutabilmek, ulus bilincini topluma verebilmek için kullanabileceği en etkili araçlardan biri eğitim sistemidir. Eğitimde yaşanacak ayrışmalar toplumsal bölünmelere de sebebiyet verebilir. Özellikle dil ve tarih dersleri burada en önemli bir yer tutar. Eğitim dili de aynı derecede önemlidir.

İtalya kurulduğunda bir politikacı şöyle diyor :

“İtalya’yı kurduk. Şimdi sıra İtalyanları yaratmakta.” Ulus devletin topluma bakış açısını son derece belirgin şekilde gösteren bir söz bu.

Buradan farklı bir konuya da geleceğim. Devletin eğitim ve öğretimden asıl olarak beklediği şey nedir? Devlet eğitimle topluma ne vermek ve toplumdan ne almak istiyor? Devletlerin kontrolündeki tüm alanlar eğitim sistemi doğrudan veya dolaylı olarak ilişkili tabi ki. Ama özellikle iki alanla doğrudan ilişki kurulabilir. Bunlardan birincisi biraz önce bahsettiğimiz toplumsal düzen ve hukuk alanı. Yani ilk bölümde gerçek anlamını konuştuğumuz eğitim ile ilgili. Hatırlarsanız eğitim kişinin toplumsal hayat içerisindeki yerini alması ve uyumlu bir yaşam sürmesi için gereken becerileri kazanması demekti. İyi eğitilmiş bireylerden oluşan bir toplumda asayiş sorunları azalacaktır. Hukuki açıdan birlikte yaşamanın getirdiği sorunlar büyük oranda aşılacaktır. Toplumsal düzen sağlanacaktır. Bizim gündelik yaşantımızda haberlerde karşılaştığımız olaylar aslında eğitim sistemimizin bu anlamdaki yetersizliğini gösteriyor.

Eğitimi konuştuk, peki, öğretimin devlet ile ilgili doğrudan etkilediği alan nedir diye soracak olursak bu da ekonomidir. Mesleki açıdan temel bilgi ve becerilerini kazanarak yetişen, iyi öğrenim görmüş bireyler yetiştirirsek, onlar da bu birikimleri ve yetkinlikleri ile ekonomik hayat içerisindeki yerlerini alırlar. Ürettikleri katma değeri yüksek ürünlerle devletin kalkınmasına da büyük ölçüde etki ederler.

Dikkat ederseniz eğitim ve öğretim gibi iki amacı olan bir kurumdan söz ediyoruz. Bu aslında bize neden geleneksel eğitimin, evrensel eğitimden öğrenim konusunda daha verimsiz olması gerektiğini de gösteriyor. Basitçe, çünkü, devletin tek amacı öğrenim kalitesini arttırmak değildir. Öğreniminin niteliğini arttırmak isteyen her birey, mecburen, müfredatın dışına çıkarak kendi yolunu bulmak zorundadır. Biz kendi yolunda gidebilenlere özgürleşmiş kişiler diyoruz.

Yazarın bu bölümde amacı ne?

Yazar, önemli bir soru soruyor. Buraya kadar tariflediği eğitim yöntemi ile yetişmiş, zihinsel olarak özgürleşmiş bireylerden bir toplum kurulabilir mi? sorusu.

Buna yanıtı ise hayır. Sebep olarak da şunu ifade ediyor: Hayatın yasası bireyselliktir. Bireylerin sahip oldukları zeka, bunların birleşimi olan toplumda yoktur. Toplum olabilmenin tek yolu, zekaların eşitliği kanısına sahip bireylerin bir uzlaşım içerisinde olmasıdır. Yani zekaların eşitsizliği kanısına sahip bir toplumda olduğu gibi bazılarının üstün zekalı olduğu ve diğerlerinin onlara bağlandığı şekilde hiyerarşik değil.

Yazar toplumsal sorunların temelinde bu eşitsizlik tutkusunun olduğunu söylüyor. Akıl sahibi varlıklar arasında eşitliğin bozulmaya meyilli kararsız bir hal olduğunu ifade edebiliriz. Çünkü bu istenen bir şey değil. İnsanlar gerekirse retorikte olduğu gibi karşısındakini susturarak zekasının üstün olduğunu ispata çalışır. Ya da demokrasilerde olduğu gibi hatiplerin halkı anlattıklarına ikna ederek, kendi etkisi altına alması bu eşitsizliğe neden olur. Yazar toplumdaki tüm farklılıkların ortadan kaldırılmasını değil, bunun zekalar üzerinden oluşturulmasına karşı çıkıyor. Bu nedenle Platon tarafından ifade edilen Filozof – Kral yönetiminin de, egemen halk söyleminin de ütopik uç düşünceler olduğunu ima ediyor.

Toplumsal yaşamın nasıl oluşması gerektiğine bir bakalım. Yazarın ifade ettiği eğitim modelinde zihinsel olarak özgürleşmiş bireylerden yola çıkarak bir toplum inşa edemiyoruz. Bireyden topluma doğru bir tümevarım oluşturamıyoruz. Yazar bunun mümkün olmadığını söylüyor. Geleneksel yöntemde de zekaların eşitsizliği temel alındığı için bireyselliği sağlayamıyoruz. Bu nedenle tümden gelim de yapamıyoruz. Bu nedenle yazar eğitim sistemindeki sorunlara yönelik biraz Stoacı diyebileceğimiz bir yaklaşım benimsiyor. Yani bizim kontrolümüzde olmayan bir şeyle ilgili sorunları çok da dert etmeden, mümkün ve uygulanabilir çözümlerle pratik sonuçlara yönelmemiz gerektiği.

Sonuç

Jacques Ranciere kimdir diye arama yaparsanız karşınıza yapısalcı marksist filozof diye bir açıklama çıkacaktır. Marksizm konusunda ikimiz de çok bilgi sahibi olmadığımız için buradaki tartışmaların kökenine inemiyoruz. Yine de yazarın eğitim ve bireyle alakalı çıkarımlarını tartışmak mümkün. Bunlar nelerdir?

  1. Yazara göre zeka bölünemez bir bütündür. Bu yüzden toplumun aklı yoktur. Toplumda uzlaşı vardır.
  2. Aklın bütünlüğüne sahip olmayan toplumda her zaman akıl dışılık bulunur. Bu akıl dışılık siyasette karşımıza genellikle retorik olarak karşımıza çıkar. Retorikte fikirleri tartmak değil karşı tarafı domine etmek esastır. Bu sıklıkla kullandığımız demagoji, popülizm gibi kavramlarla da bir arada düşünülebilir.
  3. Akıl dışılığı da en iyi yapacak olan şey yine akıldır. Yani retorik, demogoji, popülizm ile akıl dışı önermeleri de en iyi üretecek olan yine akıldır. Bu bir sanat ve beceridir. Yazar akış dışı olarak nitelediği retorik ile de olsa politik savaşı kazanan kişiye saygı duyuyor. Çünkü bunun da toplumsal mücadelede herhangi bir şey gibi bir araç olarak görüyor.

Yazarın bireye bakış açısı bana biraz Lenin’i hatırlattı. Lenin notlarında komünist devrimin gerçekleştirilebilmesi için nasıl propaganda yapılması gerektiğinden bahsediyordu. Eğer, tırnak içinde, davaya yardımı olacaksa devrimcinin her türlü propagandayı yapması gerektiğini ve bunu nasıl yapacağını konuşuyordu. Biraz soğuk ve acımasız bulduğum bu bakış açısına yazar da sahip.

Bunları söyledikten sonra yazar yine Sokrates’e sataşıyor. Diyor ki neden sana mahkemede retorik yapan insanları alt edemedin? Çünkü sen onların seviyesine inemeyecek kadar kibirlisin. Kısacası düşmanlarınla yeterince çarpışmayıp, kaybettin!! Retorik de diğer diller gibi bir dildir. O da akıl dışı olmasına rağmen zekanın bir ürünüdür. Bunu diyerek, tüm idealist siyasetçilere de göndermede bulunuyor. İnsanlar bunu çok dillendirmiyor olsa da buradaki söylemi zaten pek çok siyasetçinin benimsediğini söyleyebiliriz herhalde. Ranciere, sanıyorum ki, metafiziği reddederek adalet, eşitlik gibi kavramları sadece propaganda düzleminde kullanıyor.

Bu sonucun bizim konumuz açısından anlamı ne?

Bu siyasi düşüncelerin bireyle ne alakası var? Talha’nın Stoacı bir yaklaşıma benzetmesinin nedeni şuydu. Öğrenim bireysel bir uğraştır. Bunun neden böyle olduğunu önceki bölümlerde konuştuk. Şimdi diyor ki, içinde bulunduğumuz toplumun çevresel koşullarına zekamız tabi değildir. Zekamız özgürdür. Özgürlüğünün farkına varan, yani özgürleşebilen her zihin, kendi yolunu bulabilir. Sağınızda, solunuzda olan şeylerden çok da şikayet etmeyin. Çünkü şikayetiniz muhtemelen tembelliğinizden kaynaklanıyor. Öğrenemem ve yapamam demek, sadece tembelliktir. Ben iyi eğitilmedim demek veya düşünmek, zihninizin başkalarının kölesi olması demektir.

Bu konuşmalar topluma değil ama küçük çevremize nasıl etki edebileceğimizi de gösteriyor. Hatta yazarın kitaptaki asıl amacı insanlara umut vermek. İşçilere sesleniyor. (Tabi yazdığı kitabı okuyacaklar mı okusalar da nasıl anlayacaklar bilemiyorum). Şöyle ki, toplum her zaman akıl dışı olacaktır ama karşınızdaki kişi, arkadaşınız, çocuğunuz vs. onlar bir bireydir. Onlardan öğrenebilir ve onlara bir şeyler öğretebilirsiniz. Onları özgürleştirebilirsiniz. Hatta cahil iseniz o zaman onları en iyi siz özgürleştirirsiniz. Eğer ona kendi başına öğrenebileceğini öğretebilirseniz… Bu da toplum için yapabileceğiniz tek ve en iyi şeydir. Toplumu değiştirmek ve ideal bir toplum yaratmak mümkün değil, mümkünse bile çok zor. Ama kendi çevrenize tesir etmeniz hem mümkün hem de daha kolay.

Kitabın 5. bölümünde son yazar diyor ki evrensel eğitimi kurumsallaştıramayız. Halk geneline sistemli bir şekilde veremeyiz. Mevcut geleneksel yöntemi, değişikliklerle evrensel eğitime dönüştüremeyiz. Evrensel eğitim bu şekilde toplumda tutunamaz Fakat yok olmaz da. Yine birileri kendilerini ve çevrelerini özgürleştirmeye devam edeceklerdir.

Yazar bu kısımda beni oldukça şaşırttı aslında. Önceki bölümlerde ortaya koyduğu düşüncelerini ve yaptığı tespitleri temel alan yeni bir eğitim sistemi veya yeni eğitim kurumu modelleri anlatacağını beklerken bunun imkansızlığı anlattı. Aslında eğitim kurumları gençleri bir araya toplayıp kendi aralarında sosyal bir ortam kurarak sosyal bir dengeleme sağlıyor. Vakitlerinin çoğunu doldurarak, onları zihnen yorarak bireyselleşmelerine engel oluyor. Hepsini birbirine benzetiyor kısaca. Yine de kuşaklar arasındaki fark gözle görülür halde.

Büyümüş ve eğitim sisteminden çıkmış olanlar için de sürekli eğitim sistemleri geliştiriliyor. Yazar sürekli eğitimin yine insanları aynı eşitsizlik döngüsünün içerisine alacak şekilde bir yapı olduğunu söylüyor.

Burada öğrenmenin nasıl gerçekleştiğini konuşuyoruz ama bir de ilerleme var. Bir toplum nasıl ilerleyebilir? sorusu sorulabilir. Aslında ilerleyenler bireylerdir. Bir lokomotif gibi toplumu da peşlerinden sürüklerler. Ne kadar çok kişi zihinsel olarak özgürleşir ve ilerleme kaydederse toplumda o kadar fazla ilerlemiş olur. Tarihe baktığımız zaman da büyük ilerlemelerin hep bireysel çabalarla olduğunu, hatta topluma yansımasının hayli uzun zaman aldığını görebiliyoruz. İlerlemenin kurumlaşması ise eşitlikten bir vazgeçiş olarak düşünülebilir. Çünkü kurumlar hiyerarşik yapılardır ve yine eşitsizlik kanısı temeli üzerinde var olurlar. Yazarın genel olarak değindiği konular bunlar.