Daha önce pek sık duymamış olduğunuzu düşündüğüm bir kavramla bugün karşınızdayım. Ben de ilk kez Ali Furkan’dan duymuştum. Hatta otodidakt diye kastettiği de benmişim. Bu kavram “Öz Öğrenim” olarak Türkçeleştirilmeye de çalışılmış. Hani “mektepli” ve “alaylı” diye bilinen bazı insanlar vardır. “Alaylı” olanlara otodidakt da diyebiliriz. Öz öğrenimli kişi çalışacağı konuyu, çalışacağı materyalleri, çalışma sıklığını ve süresini kendi kararları ile şekillendiren kişidir. Bu anlamda ben birey olmayı da otodidakt olmanın bir önkoşulu olarak görüyorum. Yani kendini bilen, hayatını kendi kararları ve istekleri ile sürdürme ehliyetine sahip, iradesi ile zekasını öğreneceği konu üzerinde çalıştırabilen kişi bunu ancak başarabilir.
Otodidaktizm’i resmi ve sistematik bir eğitim sistemi olarak uygulayan bir devlet yok bildiğim kadarıyla. Zaten Ranciere de bunun kurumsal olarak verilemeyeceğinden bahsetmişti. Ama bireysel olarak başarıyla uygulanabilir. Hepimiz hayatlarımızda bazen yepyeni bir düşünce ile karşılaşır ve bu düşünceyi benimseriz. Sonra da bu bizim yaşam tarzımız haline gelir ya hani. İşte eğitimde de otodidakt kavramını benimserseniz eğer, artık sizin öğrenme tarzınız haline gelecektir diye düşünüyorum.
Konuyla ilgili yaptığım araştırmalarda beni gülümseten bir şey oldu. Youtube’da otodidakt diye ilk arattığımda otomobillerle ilgili videolar karşıma çıktı. Otodidakt’a dair neredeyse hiçbir şey yoktu. İster istemez şöyle bir analoji kurdum kendi kendime. Oto kelimesi mobil ile birleşince kendini hareket ettirebilen anlamına geliyor. Bunu sağlayan ise içindeki yakıttan hareket üreten motora sahip olması. Otomobil ile istediğimiz yere gitme özgürlüğüne sahip oluyoruz. Oto kelimesi didakt ile birleştiğinde ise kendi kendine öğrenebilen anlamına geliyor. Kişinin bunu yapabilmesi de bilgileri öğrenebilen zekaya sahip olmasından kaynaklanıyor. Bu şekilde de istediğimiz her şeyi kendi kendimize öğrenme özgürlüğü kazanıyoruz.
Hatırlarsanız Cahil Hoca kitabında Ranciere, öğrencilerin onlara bilgileri açıklayan bir hoca olmadan da Fransızca’yı kendi kendilerine öğrendiklerini anlatıyordu. Dolayısıyla kitabın özünü oluşturan kavram otodidaktizm diyebiliriz. Kendi kendine öğrenebilmeyi “özgürleşme” olarak adlandırıyordu. Hoca’nın eğitimdeki asıl rolünün de “özgürleştirmek” olduğunu, “özgürleştirmeksizin eğitenin aptallaştıracağını” söylemişti. Hatta Jacotot mezar taşına şöyle yazdırmıştı.
“İman ettim, Tanrı insan ruhunu kendi kendini, hocasız olarak eğitmeye kadir olarak yaratmıştır.”
Aslında Cahil Hoca bir anlamda otodidakt olmayı başaran kişilere özgürleşmiş birey diyordu. Hem birey olmakla ilgili sıkıntılarımız var, hem de irademize hakim olmakla. Mevcut toplum yapısı ve eğitim sisteminde otodidakt olmayı başarmak zor gibi görünebilir. Fakat giderek kolaylaştığını söyleyebilirim. Özellikle internet aracılığı ile çalışabileceğimiz materyallere ulaşmamız kolaylaştı. Yapılan araştırmalarda özellikle yazılımcıların %70 kadar bir oranda kendi kendine yetkinlik kazandığı tespit edilmiş. Aynı şekilde film yönetmenleri de büyük oranda kendi kendilerini eğitmişler.
Peki bunu kabul ettiğimiz takdirde lise ve sonrası dönemlerde hocanın rolü ne olmalı? Analojimizdeki gibi otomobiller üzerinden düşünürsek yolda kalan otomobili kurtaran bir çekici mi? Hocanın rolü meselesi çok büyük ve detaylı değerlendirilmesi gereken, Cahil Hoca kitabının cevabını aramak için yazıldığı bir mesele. Sadece felsefi olarak değil sosyo-ekonomik boyutları da var. Ama hocanın görevini, konuyu en iyi şekilde açıklamak olarak kabul ettiğimizde bir sıkıntı ortaya çıkıyor. Hayatımızda her zaman konuyu çok iyi açıklayan hocalara denk gelmiyoruz. Dolayısıyla öğrenci şunu diyebilir: “Hoca konuyu iyi anlatmadı, o yüzden öğrenemedim.” Bu hem bir bahane, hem de gerçekten bir şeyi öğrenmek istediğinde en iyi açıklayan hocaya ulaşma ihtiyacına neden olur. Hocaya bağımlı öğrendiğimiz için burada özgürlüğü kaybetmiş oluyoruz.
Biz otodidakt bireyi konuşurken hocanın olmadığı bir öğrenme deneyimini konu ediniyoruz. Felsefede bu tarz konuları işlerken kullanılan çok etkili bir yöntem var. Düşünce Deneyleri…
Düşünce deneyleri, konu ile ilgili değişkenleri kontrol altında tutabileceğimiz hayalimizdeki bir laboratuvar ortamı gibidir. Ben özellikle düşünce deneylerinden çok hoşlanırım. Düşünce deneyleri genellikle bir problemi hedef alır. Bu problemi basitleştirerek bir çelişkiyi, ilginç bir sonucu ortaya çıkarır. Bu yöntem Einstein gibi pek çok bilim adamı ve düşünür tarafından da sıklıkla kullanılmıştır. Hatta Schrödinger’in Kedisi olarak bildiğimiz deney de aslen bir düşünce deneyidir.
Otodidakt Birey ile tarihte karşılaştığımız ilk yer felsefi bir roman. Romanın ismini en son söyleceğim, belki okuduğunuz romanlar arasındadır. Şimdi bahsedince hatırlayabilirsiniz. Geçenlerde bir kitapçı rafları arasında dolanırken Hasan Ali Yücel klasikleri arasında görüp aldığım romanda hayli uzun bir giriş yazısı vardı. 12. yy’da yazılan bu roman, bir düşünce deneyi olarak kurgulanmış. Yazar, başrol karakteri “philosophus autodidactus” birey olarak kullanmış.
Hikaye kısaca şu şekilde: Bir bebek, kendisinden başka hiçbir insanın bulunmadığı bir adada bir anne ceylan tarafından bakılıyor. 7 yaşına ulaştığında anne ceylan hastalanıyor. Bu süreçte otodidakt karakterimiz de ceylana ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Anne ceylan öldüğünde bedeninin soğuduğunu farkediyor ve sıcaklıkla canlılık arasında bir ilişki olduğunu düşünüyor. Bu travmatik olay karakterimizin düşünme sürecinin çıkış noktası. Bu olaydan itibaren çevresindeki tüm maddeleri, canlıları, güneşi, ayı, yıldızları, her şeyi gözlemliyor, hepsinin üzerine düşünüyor, deneyimlediği her şeyden çıkarımlar yapıyor. Ateşle ilk karşılaşmasında ürküyor, ateşi kontrol etmeyi, yiyecekleri ısıtıp yumuşatmayı öğreniyor. 50 yaşına kadar doğa, evren, canlılık, tanrı üzerine birçok şeyi deneyimlediklerinden öğrendikleri ile kendi kendine çıkarımlar yaparak öğreniyor. 50 yaşına ulaştığında ise adaya insanlardan uzaklaşmak isteyen münzevi bir adam gelip karakterimizle karşılaşıyor. Gelen adam dil bilmediğini farkedince ona konuşmayı öğretiyor. Konuşmayı öğrenince de doğa ile ilgili kendisinden çok daha fazla şey bildiğini farkediyor. Bu kez kendisi onun öğrencisi oluyor.
Otodidakt bireyi konu alan bu düşünce deneyi batılı düşünürler üzerinde hayli etkili olmuş bir hikaye. Hatırlarsanız ilk bölümlerde Sokratik Yöntem’den bahsetmiştik. Sokrates’e göre bilgi doğuştan geliyordu ve sorduğum sorulara aradığımız cevaplarla bilgileri tekrar hatırlıyorduk. 17. yy’da ise bilginin doğuştan gelmediğini, insanın doğduğunda boş bir levha gibi olduğu ifade etmişti John Locke. Deneyimlere bağlı bilgi elde ettiğimizi söylediği bu düşüncesini romanın etkisi ile geliştirdiği yine kitabın girişinde ifade edilmiş. Ben romanlardan pek uzaklaşmayayım diye okumaya başlayıp felsefi bir metinle karşılaşınca hayli zorlandım. Hem düşünce derinliği hem de kullanılan dil oldukça ağır. Yazar kitabın sonunda bilerek bu şekilde bir yol seçtiğini, ehil olmayan kişilerin okuyup yanlış anlamamasını istediğini ifade ediyor. Kitabın ismini artık söyleyebiliriz sanırım.
Romanımızın adı Hayy Bin Yakzan. Endülüs’lü bir tıpçı ve filozof İbni Tufeyl tarafından yazılmış. Madem ki böyle bir düşünce deneyi var. Biz de bunun tam tersi bir düşünce deneyi yapabiliriz. Yani hiçbir şeyi kendi kendine öğrenmesine müsaade edilmeyen, sürekli tecrit altında ve özel hocalarla ağır bir eğitim sürecine tabi tutulan bir karakterimiz olsun. Felsefe tarihine baktığımızda yine bunun da bir örneği var. Ama bu kez bir roman olarak değil, gerçek yaşanmış bir tecrübe. Yine Hasan Ali Yücel klasikleri arasında benim bildiğim tek otobiyografik eserin yazarı olan John Stuart Mill.
Babası tarafından diğer çocuklarla irtibat kurması engellenmiş, özgürlüğünü ve çocukluğunu yaşayamamış olması, gençliğinde geçirdiği buhran sonrasında ortaya koyduğu fikirler oldukça ironik. Aslında mahrum kaldığı özgürlüğü bize felsefi bir çerçevede ifade etmeye çalışıyor. Bugün bizim “birey” kavramından anladığımız şey ilk kez onun tarafından derli toplu bir bütün olarak ortaya konuluyor. Toplum baskısı hissederek yaşamak, kendi kararlarınla hayatını şekillendirmek, başkasına zarar vermediği sürece istediği gibi yaşamak gibi konular üzerinde yaptığı tespitler ve bireysel özgürlük üzerine geliştirdiği fikirler son derece önemli.
Buradan şunu da anlamalıyız ki henüz birey olma ehliyetini eline almamış yaştaki çocuklarda örgün eğitime devam etmek çok önemli. Bu seviyeyi geçtikten sonra ise özgür olmak ve birey olmak kavramlarını eğitim bağlamında ele aldığımız zaman otodidakt bireye ulaşıyoruz. Bilim tarihindeki en görünür otodidakt birey ise Michael Faraday. Kendisi ailesinin yoksulluğu nedeniyle eğitim alamamış. Para kazanmak için çalıştığı bir kitap ciltçisinde ciltlediği kitaplardan kendi kendine birçok şey öğrenmiş birisi. Daha sonra bir kimya laboratuvarına asistan olarak giriyor. Elektrik ve manyetizma alanında kendi kendine yaptığı deneme yanılmalarla elektrikle ilgili o dönemde bilinen her şeye hakim oluyor ve elektromanyetizma ortaya çıkıyor. İlk elektrik motorunu icat ediyor ve muazzam bir ilerleme sağlamış oluyor. Faraday’ın yaptığı keşifleri teorileştirememesi, matematik diliyle ifade edememesi aynı Hayy Bin Yakzan’ın dil bilmediği için doğa bilgisini aktaramamasına benziyor.
Otodidakt bireylerin, yani zihni özgürleşmiş, kendi kendine öğrenebilen kişilerin ilerlemelere önayak olduklarını çoğu kez bilim tarihinde görebiliyoruz. En sonda kısaca sizlere bir liste olarak duymuş olabileceğiniz bazılarının isimlerini okuyacağım. Merak ederseniz hayatlarına bir göz atabilirsiniz.
Lise ve sonrası dönemlerde eğitim sistemimizin öğrencileri otodidakt bireyler haline getirmesi gerektiğini, aksi takdirde kendisine açıklanmadığı sürece hiçbir şeyi kendi kendine öğrenemeyen bir nesil ortaya çıkacağını görebiliriz. Otodidakt Birey için yalnızca öğrenilecek materyale ulaşması yeterlidir. Hayy Bin Yakzan için doğa öğrenilecek bir materyaldi, Faraday için ise ciltlediği kitaplar birer materyaldi. Günümüzde ise gelişen teknoloji ile birlikte herkes internet üzerinde birçok platformda bilgiye kolaylıkla ulaşabiliyor. Böyle bir imkan sebebiyle Ali, Cahil Hoca kitabının yazıldığı döneme göre şuan çok daha güncel olduğunu söylemişti. İmkanlar arttıkça daha da uygulanabilir olacak.
Kendi kendine öğrenme durumunu Amerika’yı yeniden keşfetmek gibi algılamayalım. Uygun materyale ulaşmak ve onu kendi kendimize anlayıp öğrenebilmeyi kastediyoruz. Hani insan ehliyet aldığında kendisini özgürleşmiş hisseder ya. İstediği yere kendini götürebileceği gibi, istediği bilgiyi kendisi öğrenmesi de ona büyük bir zihinsel özgürlük verecektir. Buna alıştığı, bu yaklaşımı benimsediği takdirde bu bir yaşam tarzı gibi ona yerleşecek, gitmeyi istediği yönde ilerlemesini sağlayacak, belki peşinde toplumun da ilerlemesine önayak olacaktır.
İki kitap ismi söyleyeceğim. Sartre’ın Bulantı ve Jack London’ın Martin Eden romanlarında otodidakt bireyler konu edinildiğini öğrendim. İlk fırsatta ikisini de temin edip okuyacağım.
Başlıca otodidakt kişilerin isimlerinden bahsedeyim.
Jeff Hawkins Bin Beyin Teorisi bölümünde kendisinden bahsetmiştik. Okuduğu bir makalede, beyinle ilgili yapılan birçok bilimsel çalışmaya rağmen hala gizeminin çözülemediğini okuyup kendini buna adamış ve beyinle ilgili çalışmalarına devam etmekteydi.
Leonardo Da Vinci Kendisi evlilik dışı bir çocuk olduğu için üniversite öğrenimi görmedi. Bir ressam onu yanına alıyor ve onun atölyesinde resim yapmayı, lir çalmayı öğreniyor. İnsan figürleri çizerken anatomiye de merak duyuyor. Celal Şengör kendisi ile ilgili resimlerinde jeolojik katmanları bile detaylı çizdiğini söylemişti. Çok iyi bir gözlemci olmasının yanında mimari ve mekanik geliştirme ile de son derece ilgilendiği çalışmaları herkesin malumu.
Michael Faraday’dan zaten bahsetmiştik.
Wilhelm Leibniz Leibniz’in babası bir üniversitede profesör ve Leibniz henüz küçükken vefat ediyor. Babasından miras kalan geniş kütüphane Leibniz gibi bir otodidakt için oldukça zengin bir materyal. Kendisi asıl öğrenimini hukuk üzerine yapsa da felsefe ve matematik alanında çok önemli eserler ortaya koymuş. Newton ile arasındaki kalkülüsü önce kim buldu tartışması meşhurdur. Ben yazdığı Monadoloji kitabını okuyup hayli etkilenmiştim. İlginç bir insan gerçekten.
James Watt Sanayi devriminin öncülerinden James Watt da örgün eğitimin dışında, üniversite atölyesinde buharlı makinenin geliştirilmesini sağlayarak verimli hale getirmiştir. Sanayi devrimi insanlık tarihinin en etkili olaylarından biridir.
Elon Musk Musk da 12 yaşında kendi kendine kodlamayı ve oyun geliştirmeyi öğrenmiş biraz erken yaşlarda iş hayatına atılmış biri. Zaten son halini görüyoruz.
Ünlü film yönetmenlerin çoğu da eğitim almadan, yönetmenliğe duyduğu ilgi ile kendi kendini geliştirmiş insanlar.
Bu podcast yayınını yapabilmek için biz de Ali ile hem ses düzenlemeyi, hem de yazılarımızı yayınladığımız sitemizi kurup idame etmeyi öğrendik. Bunlar bizim asıl branşlarımız değil, eğitimini de almadık. Kısaca otodidakt olmak yapmak istediğiniz şeyler için ihtiyaç duyduğunuz bilgileri kendi kendinize öğrenme ehliyetine sahip olmak demek. Buna sahip olmak çok büyük bir ayrıcalık ve yalnızca kendi elinizde. Bugüne kadar hiç bir bölümde bu kavramı kullanmasak da aslında bizim eğitim düşüncemizde hedeflediğimiz öğrenci tipini tam olarak otodidakt anlatıyor. Gelişen sosyal hayat ve teknoloji ile birlikte sürekli yeni uzmanlık alanları ortaya çıkıyor. Emin Çapa tedx konuşmalarında şöyle bir veriden bahsetmişti. “Yeni doğan çocukların, %68’inin yapacağı meslek henüz icat edilmedi.” Bu nedenle sürekli yeni şeyler öğrenmek gerekiyor. Bunlar için kursa gitmek, sertifika almak büyük bir zaman kaybı ve maliyet. Bilgiye erişim kolayken bu dönemde asıl kazanılması gereken beceri “öğrenmeyi öğrenmek” ve bireysel çalışma disiplini kazanmak. Otodidakt insanların hayatları bizler için bu anlamda güzel bir örnek. Otodidakt olmak aslında bir alışkanlık. Bir öğrenme yöntemi, öğrenme tarzı. Belki de çocukların erken yaşta kazanması gereken ilk becerilerden birisi… Birey olduktan sonra da hayatına yön vermesinde kullanacağı en önemli araç. Bizim bu podcast kanalında inşa etmeye çalıştığımız eğitim felsefesinin özü diyebilirim.
Sonraki bölümlerde görüşmek üzere, hoşçakalın.