Bu bölümde eğitimde çeşitlilik ve herkesleşmek gibi iki zıt yönü tarif etmeye çalışacağım. Hepinizin en azından birkaçını Youtube’dan izlediğinizi düşündüğüm Tedx konuşmalarının birinden yola çıkacağım. Biliyorsunuz Tedx konuşmaları uluslararası alanda ve ülkemizde paylaşmaya değer fikirlerin yayılması için düzenleniyor. Bu konuşmalar arasında ise en çok izlenme sayısına sahip olan, Ken Robinson tarafından eğitimle ilgili verilen konuşma. Öncelikle konuşmacı ile ilgili biraz bilgi vermek istiyorum. Sonrasında da neden en çok izlenen konuşma olduğuyla ilgili değerlendirme yapacağım. Ken Robinson, İngiliz bir eğitimci. Kendisi küçük yaşta çocuk felci geçiriyor. Engelli öğrenciler için ayrı ve özel bir eğitim alıyor. Ben geçirdiği bu hastalığın ve aldığı özel eğitimin onun eğitim düşüncesini de etkilediğini düşünüyorum. Yaptığı çalışmalarla birçok ödül, hatta kraliçe’den devlet nişanı da almış.

Tedx konuşmasında ayakta sabit durarak anlattıkları ile ilgili kendinden o kadar emin ki ne bir görsel, ne de başka etkileyici bir materyal kullanmadan şunu anlatıyor: Eğitim sistemlerinde sorunlar var ama yapılan tüm düzeltmeler de yanlış yönde. Yanlış yönden kastettiği de şu: Öğrencilerin bireyleşmesine değil, hepsinin tektipleşmesine yönelik olması. Tektipleşme biraz yüzeysel bir anlamda olduğu için bunun yerine herkesleşme ifadesini kullanacağım. Hatta bunda sadece öğrencilerin değil toplumunda etkisi olduğunu düşünürsek Heidegger’in herkesleşme kavramı bireyleşmenin karşıtı olmaya daha uygun diye düşünüyorum.

Ana sebebin ben toplum olduğunu düşünüyorum. Çünkü toplum, bazı meslek gruplarını yine yaygın kanılarla öne çıkararak öğrenciler üzerinde baskı kuruyor. Öğrenciler de bu mesleklere yönelik belli derslere kanalize oluyor. Bu sağlıklı bir yönlendirme değil. Sebebi de çok bariz ki, öğrenci aldığı onca farklı ders arasından birkaç tanesinde başarılı değilse sanki zekası geriymiş, gelişimini tamamlayamamış gibi bir muameleyle karşılaşıyor. Bu hem okul tarafından, hem de toplum tarafından yapılıyor. Halbuki başka derslerde çok başarılı, ilgisi ve merakı var. Birikimleri yüksek, yaratıcılık sergileyebiliyor, kendini geliştirebiliyor. Bireysel yönelimleri ve özgünlüğü var. Fakat bu takdir görmüyor. Bu noktada bireyleşmeye ket vurularak herkesleşme devreye giriyor. Ek derslerle, sınavlarla böyle sivrilikler törpülenerek tekrar tırnak içinde “normale” döndürülüyorlar.

Normal insan veya herkesleşmiş insan nasıl olunuyor bundan bir söz etmek istiyorum çünkü içinde bulunduğu durumun farkında olmayan kişi bunu değiştiremez de. Önce bir kendini meydana getiren şeyler neler bunu bir sorgulayarak düşünce durumunu, toplumsal konumunu tespit edebilirse herkesleşmekten kurtulabilir. Kendi düşüncesini inşa edebilir. Böyle bireyleşmiş insanlara “Aydın” deniliyor ve toplumlara da onlar yön veriyorlar. Yaşadıkları coğrafya’nın ve tarihsel sürecin kendilerini nasıl ilmek ilmek ördüğünün farkına vardıklarında, olandan olması gerekene doğru bir yol çizebilirler. Geçtiğimiz yüzyıllarda böyle aydınlar ortaya çıktı ve ortaya koydukları görüşler başka aydınlar tarafından da benimsendi. Yani düşüncede bir daralma, aydınlar arasında bir herkesleşme oluştu. Birkaç ideoloji çevresinde kutuplaştılar. Ama Ken Robinson’un da vurguladığı gibi bu yine yanlış yöndeydi. Tektipleştirici, bireyselliğe engel olan, çeşitliliği yok eden tek perspektifli sistemler post modern dönemde terk ediliyor. Artık sosyal medya ile de birlikte çokseslilik, çeşitlilik ve mikro hesaplarından görüşlerini anında bildiren çok perspektifli bir zaman dilimini yaşıyoruz. Farklı görüşler birbiri ile etkileşime girip yine belli başlı görüşler etrafında birleşiliyor. Herhangi bir fikri olmayanlar bile bu ortak görüşlere katılıyor. Kötü bir şey mi peki bu diye soracak olursanız benim buna cevabım kötü değil de aptalca olur. Cahil Hoca kitabında yazar söyle diyordu. “Bir zekanın başka bir zekaya tabii olduğu yerde aptallaşma vardır.” Üzerinde uzlaşılan fikir duruma göre çok iyi de olabilir, çok kötü de. Yararlı bir düşünceye destek kampanyası da olabilir, masum birini linç etmek de…

Ken Robinson yaptığı konuşmada şöyle bir iddia da bulunuyor. Sizler de bunu kendi ailenizde, çevrenizde görmüşsünüzdür mutlaka. Aynı anne babanın çocukları bile birbirinden çok farklı. Birisi çok konuşkan, diğeri çok sessiz. Biri çok hareketli diğeri çok sakin. Biri içe dönük, biri dışa dönük. ikizler bile birbirinden çok farklı olabiliyor. Sadece insanlar için değil kedilerin bile karakterleri davranışları, ilgilerini çeken şeyler birbirinden o kadar farklı oluyor ki. Gen bencildir kitabında Richard Dawkins şunu ifade ediyor. “Bizleri meydana getiren genlerin asıl amacı kendini kopyalamaktır. Genler hayatta kalmak için de bedenlerimizi sanki koruyucu bir silah gibi kullanır.” Bu sözleri beni hayli düşündürmüştü zamanında ama sadece kendini kopyalamayı değil çeşitliliği de artırmayı amaçlıyor olabilirler. Diyelim ki gen teknolojisi gelişti ve artık toplumun beğendiği ve beğenmediği bazı özellikler genlerle kontrol edilebiliyor olsun. Herkes çocuğunun aynı özelliklere sahip olmasını isteyecektir. İdeal bir erkek ve kadın modeli olsun isimlerine de Ahmet ve Ayşe diyelim. Giderek tüm çocukların Ahmet ve Ayşe olarak doğduğunu ve bir yerden sonra yalnızca Ahmetler ve Ayşelerden kurulu bir toplum haline gelmesi gibi bir şey söz konusu olur. Genler üzerinden düşününce biraz ütopik oldu ama aslında eğitim üzerinden de yaptığımız bundan farklı değil. Öğrencilerin bir değersiz görülen bir derste başarı gösterdiğinde takdir görmüyor, aksine bunlarla uğraşıp önemli derslerden geri kalma baskısı görüyor.

Eğitim kurumlarına birbirinden çok farklı anne babaların yine birbirinden çok farklı çocuklarını topluyoruz. Yani muazzam bir çeşitlilik var aslında her okulumuzda. Aslında bunu her öğretmenimiz yakinen daha iyi bilir. Biz bu çeşitliliği bir şekilde kurutmayı başarıyoruz. Nasıl oluyor peki bu. Şöyle, toplumun istediği belli birkaç meslek var. Herkes kendi çocuğunun bu mesleğe ulaşabilmesi için, diğerlerinin önüne geçmesini istiyor. Bu belki dönem dönem değişebilir ama her türlü toplumun belirlediği bir standart var ve buna uyan her öğrenci de herkesleşmiş oluyor. Böyle bir beklenti içinde olduğu için toplumu suçlayabilir miyiz? Bir nebze anlaşılabilir bir durum bu çünkü toplumu en çok ekonomi ilgilendirir. Hangi meslek daha garanti kazanç sağlayacaksa herkes ona kanalize olacak, hangi derslere gerek duyacaksa da onun dışındakiler önemini kaybedecekler. Peki neden daha çok kazanç getiren değil de daha garanti meslekler toplumda genel kabul görür. Çünkü insanlar genelde risk almayı sevmezler. Risk almamak da herkesleşmenin bir başkan nedenidir.

Okul içerisindeki sosyal ortam ve öğrenciler arasındaki etkileşimin yüksek olması toplumsal uzlaşıyı arttırır. Ama bir yandan da kendi aralarında bir homojenleşmeye / herkesleşmeye neden olur. Eski ve felsefi bir paradoks burada akla geliyor. Mutlaka Theseus’un Gemisi’ni duymuşsunuzdur. Olay şu şekilde:

Theseus isimli bir adamın eski ve ahşap bir gemisi var. Diyor ki ben bu gemiyi yenileyeyim. Bazı tahtaları söküp yenileri ile değiştiriyor. Sonra başka tahtaları da değiştireyim derken o kadar çok tahtayı değiştiriyor ki sökülen tahtaları birleştirip ikinci bir gemi daha yapıyor. Hangi geminin kendi gemisi olduğuna karar veremiyor ve bir paradoks ortaya çıkıyor. Bunu neden anlatıyorum. Eğer iki gemisi değil de eski ve yeni bir sürü gemisi olsaydı ve hepsinin tahtalarını söküp birbirine taksaydık. Ortaya birbirine benzeyen gemiler çıkacaktı. Eğitim sisteminin okullarda neden olduğu herkesleşmeyi biraz buna benzetiyorum. Aynı toplumdaki güzellik algısının kadınları birbirine benzetmesi gibi.

Bir diğer sorun da insan doğasındaki çeşitlilik gibi çokyönlülüğün de beslenmediği bir ortam olması. Öğrenci aldığı eğitimden ilham almıyor, herhangi merak duymuyor. Eğer olursa da kazancı garanti bir mesleğe veya toplumsal statüye fayda sağlamayan bir merak ise motivasyonu bozuluyor. Sürüden ayrılmasına müsaade edilmiyor kısaca. Biraz mekanik ve tekdüze bir eğitim anlayışımız var. İnsanın organik ve tutkulu yapısına aykırı olarak bahsediyor Ken Robinson bundan yine bir başka TED konuşmasında. Kısaca herkesleşerek, mekanik ve tekdüze bir eğitimi takip edersek iyi bir meslek edinsek bile bunu tutkuyla yapma ihtimaliz oldukça düşük. Mesela kendi adıma mesleğimi tutkuyla yaptığımı çok da söyleyemem, belki başka bir alanda ilham ve tutkuyla daha verimli çalışabilirdim. Daha fark yaratıcı çalışmalar yapabilirdim. Ama ben kendim bile neye ilgimin ve merakımın olduğunu fark edemeden üniversiteyi bitirmişim.

Bu arada herkesleşme kavramını ben burada biraz yüzeysel kullandım, bunun daha derin felsefi bir karşılığı olduğunun da farkındayım. Yine de kullandım çünkü sıradanlaşmaktan daha uygun anlatmak istediğim şey için. Toplumda belli kesimlerin oluşması da yine benzer bir sürecin sonucunda gerçekleşiyor. Birkaç ortak kimlik var ve zamanla bunlardan birine mensup olup yönetilebilir kesimlere ayrılıyoruz. Bu devlet için iyi bir şey çünkü insanların bireyleştiği, kişisel görüşlerini geliştirdiği çok sesli bir ortamda yönetim zorlaşacaktır.

Bu bölümde anlatmak istediğim olguyu en hızlı şekilde tersine çevirebilecek olanlar yine öğretmenlerimiz. Onlara büyük bir görev ve sorumluluk düşüyor. Öğrencilerinin bireysel farklılıklarını ve ilgilerini takip etmeliler. Toplumun standart başarılarına değil, kendi başarılarına doğru yönlendirmeye çalışırlarsa çeşitliliği kurutmamış olurlar. Tüm çocuklara tek bir yönü göstermek yerine, her birine kendi yönünü göstermeliler. Farklı konular hakkında merak uyandırıcı çalışmalar yaparlarsa öğrencilerinin meraklarını uyandırabilirler. Aileleri ile görüşerek çocukların başarılı olduğu alanlar hakkında bilgi verip birlikte öğrenciye destek olabilirler. Kısaca öğretmenlerimiz sınıflarla değil, daha fazla zaman ve emek harcayıp birebir öğrencilerle ilgilenmeye çalışmalılar. Bu oldukça zor, ama gönülden eğitimci olanlara zor gelmeyecektir. Çünkü onlar da mesleklerini severek, tutkuyla yapan özgürleştirici hocalardır.

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere hoşçakalın.

https://www.youtube.com/watch?v=iG9CE55wbtY&t=162s