Biraz iddialı bir başlık oldu kabul ediyorum. Ama diğer yanlış kanılarımız gibi yaratıcılığın da doğuştan gelmediğini bugün size anlatmaya çalışacağım. Daha önce yetenekle ilgili benzer bir konular açmıştık. Çünkü bir becerinin insana doğuştan geldiğine inanmak tembellik için bir bahane oluyor. Bu beceriyi geliştirmek isteyen kişinin motivasyonunu da bozuyor. Doğuştan gelen bir beceri olmadığı ile ilgili sizleri ikna edebildik mi bilmiyorum. Ama belki de bu bölümü dinldikten sonunda bugüne kadar hiç yaratıcılık sergileyemediğini düşünenler bile diledikleri alanlarda ortaya güzel şeyler çıkarabilirler. Yaratıcılığa bakışınız değişebilir. En azından öyle ümit ediyorum.

Aslında yaratıcılık pratik bir olgu. Bu ifadeyi açmak gerekirse, öyle çok uzaklara gitmeden, çok zorlamadan, hemen bulunduğunuz an içerisinde işlenebilecek materyalleri kullanmanız gerekiyor. Aklınıza gelebilecek her türlü şeye işlenebilir ham malzeme gibi bakabilirsiniz. Bu bir söz olabilir. Bir imge veya ses de olabilir. Hatta Iezzetli bir gıda, son model bir araba da olabilir. Mesela renk renk arabaları birer ekran pikseli gibi kullanıp arabalardan bir tablo yapmak gibi basit bir örnek verebilirim başlangıç için.

Ben lise yıllarımdan beri kısa kısa şiirler yazardım. Sonradan kısa kısa hikayeler yazmaya başladım. Hikayeler giderek uzayınca roman yazmayı denedim. İyi kötü 3 tane yazdım, hatta birini yayımladım. Bu öyle doğuştan gelen bir şey değil, adım adım gelişen bir süreçti. Yani yaratıcılığı doğuştan gelen bir yetenek gibi görmemek gerekli. Kendi kendime hala geliştirmeye devam ediyorum. Babam da yazardır ama bana yazarlıkla ilgili herhangi bir şey anlatmadı. Yine de onun eve kurduğu büyük kütüphanedeki kitapları karıştırmanın etkisi yoktur diyemem. Diyelim ki bir yazar 35 yaşında ve bir yıl boyunca yazdığı romanı 36 yaşında yayınladı. Aslında bu romanı 36 yılda yazmıştır gibi düşünebilirsiniz.

Bu noktada öğrenme süreçlerini tarifleyen bloom taksonomisindeki aşamalarını tekrar hatırlatmak isterim. En üstte sentez, yani yaratma aşaması vardı. Özellikle doğa bilimlerinde tüm aşamaları geçip yaratıcılık sergilemek için ciddi bir bilgi birikimi gerekiyor. Ama yaratıcılığı bilgi temelinde değil de duygu temelinde kullanırsak yaratıcılık için hala bir şansımız var. Çünkü hepimiz yaşarken duygular biriktiririz. Bazen başımıza gelen bir olay, karşımıza çıkan bir manzara, duyduğumuz bir söz duyguların birden ortaya çıkmasına neden olabilir. Böyle anlar yaratıcılık sergilemek için uygun anlardır ama çoğu kişi bu fırsatı kullanmaz. Bugün size bu özel anları ve birikiminizi kullanmak için kendi uyguladığım bazı tekniklerden bahsedeceğim.

Dediğim gibi ben birkaç satırlık şiirler yazmayı severim. Bir keresinde iş gereği sahile inmiş çalışıyorduk. Bir an durup manzaraya baktım. Güneşli bir gündü ve hava da çok güzeldi. Deniz kenarında balık tutan biri vardı. Biz çalışırken o manzaranın tadını çıkarıyordu. Sanki biz bir tabloya dışarıdan bakıyorduk ama o tablonun içindeydi. Aramızdaki farkı farkettim ve bunu ifade etmeye çalışan şöyle kısa bir şiir yazmak istedim

Balık tutarken bir deniz kenarında Manzaraya dahil oluyorsun Bir çerçeve beliriyor çevrende Sen de içinde kalıyorsun

Buradaki ifadeleri ortaya çıkaran bir gözlem ve üzerine yapılmış bir analiz var. Olanı görmenin ve ifade etmenin püf noktası, içinde bulunduğumuz durumun farkında olmak. Bunu fark edebilmek için de koşuşturmacanın içinde bir süreliğine durmak gerekiyor. Evet, durmak. Çünkü siz durduğunuzda çevrenizdeki hareketlilik bir anda gözlemlenir hale gelir. O anı dondurup sahneye bir obje gibi uzaktan bakabilirsiniz. Olan biteni düşünmeniz, analiz etmeniz kolaylaşır. Dolayısıyla ilk tavsiyem koşuşturmacanın ortasında durmak, gözlem ve analiz yapmak, tespitlerinizi ifade etmek. Fotoğraf çekmeyi hepimiz seviyoruz. Bunu da içinde bulunduğumuz anın zihnimizde bir fotoğrafını çekip yorumlamak gibi kabul edebilirsiniz.

Bir diğer kullandığım teknik tersten düşünmek, bakış açısını değiştirmek ve empati. Bunun için geçenlerde dikkatimi çeken bir haber uygun olacak gibi. Haber şu şekildeydi. Bir eyalette çıkan kasırga şehri yerle bir etti. Aslında sık sık karşılaştığımız sıradan bir haber. Ama bir anlığına insan bakış açısından çıkıp da doğa ile empati yaparsak, kendimizi doğanın yerine koyarsak şunu hemen farkederiz. İnsanların kurduğu her şehir de bulunduğu bölgede doğayı yok eden birer kasırga gibi değil mi? Yukarıdan baktığın zaman yemyeşil bir doğanın ortasında her yıl giderek büyüyen bir beton yığını görüyorsun. Bunu Nietzsche de farketmiş ki, bir sözünde dünyayı bir canlı, yeryüzünü dünyanın cildi, insanı da dünyanın cilt hastalığı olarak dile getirmişti. Bunu farkettikten sonra bu mesajı okuyucuya verecek bir hikaye yazılabilir mesela.

Bir diğer teknik ise odaklanma ve çağrışım. Bunun en kolay yolu ise objelere ve sözlere odaklanmak. Diyelim ki bir elma gördük. Elma ne çağrıştırabilir ki demeyin. Mesela Adem ile Havva’nın yasak elması, Newton’un kafasına düşen elma veya apple markası gibi birçok şey çağrıştırabilir. Sonuçta karşılaştığımız her objenin insanlık tarihinde bir etkisi var. Geçen gün salata doğrarken elimdeki bıçağa odaklanmıştım mesela ve şöyle kısa bir şiir ortaya çıktı.

Bilmiyorsun Sözlerin nasıl da bıçak gibi keskin Ama bıçakla şaka olmaz Biliyorsun

Çağrışımın püf noktası da kendinizi bir sözlük gibi düşünmek. Zihninizde odaklandığınız kelimenin etrafında dolaşın. Atasözleri, deyimler, objeler, duygular, ansiklopedik ne varsa. Tarihte bu obje nasıl kullanılmış mesela veya neleri temsil etmiş, nelerle birlikte kullanılmış. O kelimenin veya objenin zihninizde nelerle bağlı olduğunu hatırlamaya çalışın. Biliyorsunuz zihnimiz her şeyi başka şeylerle ilişkilendirerek bir ağ şeklinde saklıyor. Bir network aslında. Ama beynimiz bir yandan da tembel olduğu için ilişkileri en kısa ve düz yoldan kuruyor. Yaratıcılığın yolu ise basit ilişkileri terkedip daha dolaylı ve uzak ilişkilendirmeler kurmaktan geçiyor. Sadece yakın şeylerle değil, ilgisiz gibi görünen uzak şeylerle de çağrışım yaptırabilirsiniz. Benzeşim, metafor, analoji kurmak da hayli yaratıcılık katacaktır. Diyelimki bir resim yapmak istediniz ve bir objeye odaklandınız. Birlikte hayal edelim. Bu bir sandalye olabilir mesela. Hemen sağımda bir sandalye var oradan yola çıkayım. Sandalyeye kimler oturur? Yorgun bir insan oturabilir, çalışan bir insan veya dertli bir insan da oturabilir. Diyelim ki biz dertli insanı bir sandalye ile sembolize edebiliriz sanıyorum. Dertten bahsediyorsak, kapalı bir odada, kasvetli bir ortamda sandalyeyi resmetmek uygun olacaktır. Sandalyemiz resmin ortasında ve dertli insanı temsil ediyor. O yüzden insanı çizmeyelim. Ama sandalyemize asılmış eski bir ceket olsun. Masada da ters duran bir şapka. Şapkanın ters durması bir şeylerin ters gittiğine dair doğrudan bir his uyandırabilir. Sandalye masaya rasgele bir açıyla duruyor olsun. Dertli insan bunalmış olur, hava almak isteyebilir. O yüzden pencere hafif aralanmış olsun. Pencere aralanınca da haliyle perde rüzgarla dalgalanacaktır. Perdenin sandalyeye doğru dalgalanması sanki sandalyede oturan belli belirsiz bir insan silüeti oluşturabilir. Kendisi orada değil ama boşluğu hala sandalyede duruyor. Pencereden görünen gökyüzünde uzaklarda bir uçurtma olabilir. Genel resmimize tezat oluştursa da bunu ekleyelim.. Uçurtmanın ipini muhtemelen bir çocuk tutuyordur ama onu görmüyoruz. Yine de orada mutlu bir çocuk olduğunu bilmek insana umut verecektir. Burada sandalyeden yola çıkarak adım adım düşüncemizin etrafında gezindik ve bir resim ortaya çıktı. Geriye çizmek için kullanacağımız teknikler ve materyaller var. Bu kısmını sanat ve beyin bölümünde anlatmıştım. Belki hayalinizde canlandığı şekilde bu resmi çizip bize de gönderirsiniz.

Diyelim ki kısa hikayeler yazmaya eliniz alıştı ve kapsamlı bir roman yazmak istediniz. Bunun bir çok farklı yöntemi var. Bazen yazar kendi dilinden, bazen başkarakterin dilinden anlatabilir hikayeyi. Yine de bir mesaja ve olay örgüsünü sürdürecek karakterlere ihtiyacımız var. Her sözü ve her hareketiyle mesajımızı savunan bir baş karakter ve mesajın aksini savunan bir karşı karakter olsun. Hani organize suç polislerinin bir panosu vardır ya, olay örgüsü, karakterler ve ilişkilerini raptiye ve iplerle gösterirler. Aynı onun gibi. Karakter kurgusunu ve geçmiş hayat hikayelerini en baştan değil de, olay örgüsü içinde hikayeye yedirerek anlatabiliriz. Genelde baş karakter roman içinde baştan sona doğru büyük bir değişim geçirir. Yardım eden, destek olan arkadaşları vardır. Bu süreçte baş karaktere yol gösteren, yetiştiren bir büyüğü vardır. Karşı karaktere ise itaat edenler olur. Rakip karakterlerimiz mücadeleye girişir ve nihayetinde iyi son olur. Yüzüklerin Efendisi bu minvaldedir mesela. Ama bunu tamamen yepyeni bir dünya üzerinde, özgün ırklar ve gerçek üstü bir bakış açısıyla yapıyor Tolkien. Diyelim ki siz günümüzde geçen bir roman yazacaksınız, mesajınız veya karakter yaratma durumunuz da yok. Temsili karakterler seçebilirsiniz hayattan. Yani gerçekten yaşamış kişileri uyarlayarak senaryoya dahil edebilirsiniz. Romanımız bir baba ve oğulları arasında geçsin. Karakterleri de Osmanlı padişahlarından seçelim. Baba Osman diye bir karakter olsun. Büyük abi Fatih aklı başında temkinli ve kültürlü olsun. Kardeşi Yavuz gözüpek girişimci biri. Bir diğer kardeş Süleyman, süslü gösterişli, yakışıklı filan. En küçük de Hamit, odasından çıkmayan, abileri kadar sağlıklı değil, hasta ve güçsüz, ama akıllı bir çocuk. Hepsi yaşadıkları dönemin özelliklerini taşımış olur böylece. Hamit için son dönemindeki hasta adam benzetmesi uygun. Karakterlerimiz devleti temsil eden bir şirket yönetiyor olsunlar. Zamanında Osman’ın kurduğu bir şirket. Dönemin diğer devletleri de rakip şirketler olabilirler. Romanda geçecek olayları da tarihi olaylardan yola çıkarak uyarlayıp işleyebilirseniz ortaya güzel bir roman çıkabilir. 1988 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Cebelavi Sokağının Çocukları romanı bu şekilde temsili karakterlerden ve olaylardan yola çıkılarak yazılmış bir eser. Neyi temsil ettiğini söylemeyeyim belki okumak istersiniz. Yine dediğim gibi eğer güçlü bir mesajlarınız varsa okuyucuya verebilecek, Halil Cibran gibi kısa kısa hikayelerle de verebilirsiniz. Gerçekten çok etkileyici olabiliyor. Özellikle Gezgin kitabındaki bazı hikayeleri hala ara ara aklıma geliyor ve düşüncelerimi değiştirebiliyor.

Romanlarda bütünlüğü sağlayan en önemli ve ilgi çekici tekniklerden biri de ütopya ve distopya yaratmaktır. Sınırlı belirli ve çevre ile etkileşime kapalı bir alanda yaşayan bir topluluğu konu alırsınız. Yapmanız gereken şey toplumdaki bir olguyu abartmaktır. Mesela toplumda herkes görme engelli olabilir. Sadece başkarakter görebiliyor olsun ve dünyayı diğerlerine anlatmaya çalışsın. Ya da karakterimiz kötü niyetliyse diğerlerini kandırsın, gözlerini kötüye kullansın. Bu ve benzeri değişikliklerin toplumda neleri etkileyeceğini işleyebilirsiniz.

Değinmek istediğim bir diğer konu iIham ve akla yeni bir şeyin nasıl geldiği meselesi. Bu nörobilimin bir konusu olarak ele alınabilir ama ben kendi tecrübelerimden ve biraz da bilinen sanatçıların ilham kaynaklarından bahsedeceğim.

Zaman zaman durduk yere insanın aklına bir şey geliyor. Eminim ki bu sizlere de oluyordur. Zihni genelde gerekli gereksiz meşgul biri olarak ben şunu farkettim. Bir bardağa su doldururken aklıma yaptığım şeyle hiçbir ilgisi olmayan bir hikaye gelebiliyor. Buna getirebildiğim tek açıklama şu, beyin plastisitesi gereği beynimde sürekli yeni rasgele bağlantılar oluşuyor. Bir kıvılcım gibi anlık bir sinyal verip kayboluyor sanki. O anda kenara bir yere not alamazsam ki genelde not alırım, bu ilham hemen kayboluyor. Yayınladığım kitabın devam eden kısmı Ankara’dan İzmir’e giden bir uçakta, bulutların üzerinde aklıma gelmişti. Gelmişti diyorum çünkü bu insanın elinde olan bir şey değil. Bu ilhamımı yakalayıp hikayenin gerisini düşünerek kurguladım ve ikinci kitap ortaya çıktı.

Bir de sıradışı yaratıcılık var. Sıradışı yaratıcılıkta ünlü İspanyol sanatçı Salvador Dali’nin eserlerinde rüyalarından ilham aldığını biliyor muydunuz? İspanya’da, Figueres’de müzeye dönüştürülen evini gezdim. Sadece tablo değil bir çok farklı türde eserleri var. Mesela evin iç avlusunda içinde yağmur yağan bir araba vardı. Rüyasında görmüş ve birebir aynısını yapmış. Sıradışı yaratıcılıkta biraz anlam sorunu olduğunu düşünüyorum. Mesela içinde yağmur yağan araba neyi temsil ediyor olabilir. Anlamsız bir rüya gibi geliyor ki öyle de olabilir. Tablolarının da bir kısmı rüyalarındaki imajlardan yola çıkılarak yapılmış. Meşhur tablosu Belleğin Azmi de bunun bir örneği. Yani her sanatçı kendine özgü yöntemlere sahiptir diyebiliriz.

Konuyla ilgili Yaratıcı Beyin kitabında sanatçılar için hiçbir konuda siyah veya beyaz gibi kesin yargılara sahip olmamalarının, grinin tonları arasında gezinececek şeklinde bir algıya sahip olmalarının yaratıcılıklarını çok daha fazla arttıracağı belirtilmiş. Sizlere de bu kitabı okumanızı tavsiye ederim. Yaratıcılıkla ilgili bilimsel çalışmalara da, sanatçıların deneyimlerine de yer verilmiş bir çalışma.

Bu bölümde değindiğim yaratıcılık seviyesi, her bakımdan sıradan bir yaratıcılık oluyor. Sıradışı yaratıcılık ise çoğunlukla zihinsel bir hastalıkla birlikte görüldüğü için öğrenilebilir olduğunu düşünmüyorum. Sağlıklı bir insanın o seviyeye ulaşması hayli zor. Yaratıcı Beyin kitabında ruh hali bozuklukları ile yaratıcılık arasındaki ilişkiyi destekleyen birçok bilimsel çalışmadan bahsediliyor. Hatta ilginç bir şekilde psikolojik tedavi gördüklerinde yaratıcılıkta kayba neden olduğu yönünde ifadeler var. Bu muhtemelen tedavi sonrası daha düz düşünmeye başlamalarından dolayı diye düşünüyorum. Ama yaratıcılık nihayetinde düşünme biçimini değiştirerek, çağrışım yaparak, kendi bakışının dışına çıkarak ve tüm bu tekniklerle çevremizdekileri, aklımızdakileri yeniden sentezleyerek geliştirilebilir. Belki de toplumdan dışlanan birini böceğe benzetip, onun gözünden yaşadıklarını anlatırsınız. Aynı Kafka’nın yaptığı gibi.

Zeka, yaratıcılık ilişkisine burada değinebiliriz. Daha zeki olan daha mı yaratıcıdır diye sorabiliriz? Daha zeki ifadesi kulağınızı tırmalıyorsa eğer bizim düşüncemizi paylaşıyorsunuz demektir. Cahil Hoca kitabında zekanın ölçülmesinin ne kadar zor olduğu anlatılıyordu. Bizim genel görüşümüz toplumdaki zeka eşitsizliği kanısının doğru olmadığı yönünde. Yaratıcı Beyin kitabında anlatılan bilimsel bir çalışma var. 1910 yılında doğan, yapılan zeka ölçüm testlerinde IQ’ları 135 ile 200 arasında ölçülen 757 çocuk 70 yıl boyunca takip edilmiş. O dönemde yüksek zekalı çocuklar için söylenen erken olgunlaşan erken çürür şeklinde yaygın bir kanı varmış. Bu grubun içinden çıkan başarılı yazar, müzisyen, ressam, yenilikçi bilim adamı ve yaratıcı matematikçi sayısı oldukça azmış. Ama yine de deneklerin çoğu mesleki ve maddi açıdan başarılı olmuşlar. Gruptan sadece iki başarılı yazar ve akademi ödülü alan bir yönetmen çıkmış sadece. Zeka testlerine girmiş fakat gruba seçilmemis iki kişi fizik dalında Nobel ödülü almışlar. Bu çalışma da aslında yine bizim düşüncemizi destekler nitelikte. IQ testlerine zeka ölçen testler değil de birikim ölçen testler olarak bakmak daha isabetli olabilir.

İlham ile alakalı olarak da anladığım kadarıyla, şöyle bir fikir birliği var. Örnek üzerinden gideyim. Mesela bütün gün kafamı kurcalayan bir problem var. Bütün gün çözmeye çalışıyorum olmuyor. Sonra eve dönüyorsun ve duşa giriyorsun. Bir anda aklına çözüm ya da yeni bir yaklaşım geliyor. Buradaki ilhamın gerçekleşebilmesi için, o konuya daha önce kafa yormak gerektiği konusunda bir fikir birliği var. Yani beynimizde gerekli tüm parçalar var, ama sentezleyemiyoruz. Beyin çok zorlandığında, yoğunlaştığında muhtemelen yeni bağlantılar kurmakta zorlanıyor. Bu noktada bir rahatlama, o yoğunlaşmadan halinden çıkma gerekiyor. Çözüm için mekanizma basit: Çok çalışma (kafa yorma) ile birlikte rahatlama sağlandığında ilham ortaya çıkıyor. Benzer bir durum Her Şeyin Teorisi filminde de geçiyordu. Bir akademisyenin duş alırken karadeliklerle ilgili bir teori aklına geliyordu . Burada sanırım yine Cahil Hoca kitabında geçen her şey her şeydedir durumu yaşıyor beyin ve biz farketmeden gerekli nöral bağlantıyı kuruyor.

Ali de bu durumu üniversitedeki hocaları üzerinde gözlemlemiş. Mesela okuldaki bir hoca bir makalesi hakkında karşılaştığı sorunları anlatıyor. Uzun süre uğraşıyor. Ali ile de sık sık konuşuyor. Bir hafta sonra sorununu çözdüğünde “bu fikir aklına nasıl geldi” diye hocasına sormuş. O da “okuldan eve giderken aklıma geldi” demiş. Tam da bekleyeceğimiz gibi bir cevap. Başka bir hocanın da benzer bir şekilde bir teoremin ispatını nasıl yapması gerektiği araba sürerken aklına gelmiş. Benzer şeyleri ben de yaşadığım için onlarda da görmeyi bekliyordum ve bunu iki kere teyit ettim. Literatürde de bu durumu teyit eden çalışmalar var: Neden iyi fikirler banyoda akla gelir? Bununla ilgili sitemizde bir link paylaşacağım. Mutlaka bir göz atın derim.

https://lifehacker.com/science-explains-why-our-best-ideas-come-in-the-shower-5987858

Bir sonraki bölümde görüşmek dileğiyle, hoşçakalın.