Çocukluğumuzda hepimizin bildiği bir hikaye vardı. Kaplumbağa ve tavşan hikayesi. Hatırlatmak için kısaca tekrar bahsetmek istiyorum. Bir kaplumbağa ve tavşan arasında ormanda koşu yarışı düzenleniyor. Tavşan hızlıca koşup yolun yarısında bir ağacın gölgesinde uzanıyor. “Biraz dinleneyim, nasılsa kaplumbağa çok yavaştır, beni geçemez.” diye tembellik yapıyor. Kaplumbağa ise hiç durmadan dinlenmeden yola devam ediyor ve koşuyu tamamlayıp yarışı kazanıyor. Tavşan durumu farketse de yetişmek için artık çok geç oluyor.
Bu hikaye çok bilinen, çok anlatılan bir hikaye. Tavşan ve kaplumbağa sembolik olarak toplumdaki zekaların eşit olmadığı kanısıyla öğrenciler arasında bir ayrım yapmaya da neden olur. Aslında öğrenciye verilmek istenen mesaj şudur. “Senden daha zeki olan birini ancak durup dinlenmeden çalışarak geçebilirsin.” Burada bir değil birden fazla sıkıntı var. Tek tek ele almak gerekirse öncelikle Cahil Hoca kitabından yola çıkarak yarışanların bir tavşan ve kaplumbağa değil, aslında birbirine çok yakın hızlarda iki kaplumbağa olduğunu söyleyebiliriz. Hatırlarsanız kitap şöyle bir kabulle başlıyordu. “Bir insanın en iyi öğrendiği şey, kendi kendine öğrendiği anadilidir. Anadilini öğrenen her insanın zekası yeterli kabul edilir.” Hikayede hız konusunu eşitlemiş olduk. Artık iki kaplumbağamız var. Peki şimdi hangisi kazanacak? Bir diğer sorun da bu kazanma meselesi. Öğrenciler için toplumun tayin ettiği bir yol ve kazanılacak ortak hedefler var. Hani insanların sık kullandığı çimenlik yerlerde patika yollar oluşur ya. Aynı onun gibi toplumsal kabullerle herkesin geçtiği bu yollarda yarışınca ulaşacağı nokta toplumun ondan istediği yer olacaktır. Bitiş çizgisinde diğer kaplumbağalara karışıp, onlardan ayırt edilemez hale gelmiş olacak. Önceki bölümde bahsettiğim gibi herkesleşmiş olacak yani. Eğer kendisi için belirlenmiş yoldan gitmeyecekse, ortada bir yarış olmayacaksa bu kaplumbağaların hali ne olacak? Bazıları kendi kabuğuna çekilip iradesini tamamen ortadan kaldıracaktır. Tembel grup diyebiliriz bunlara. “Ben tavşanla mücadele edemem.” diye inanmış ve ilerlemeye kendini kapatmış diyebiliriz. Halbuki ortada kendi gibi olanlar var sadece. Bazıları ise kendi için tayin edilmiş yoldan ilerlemeye çalışır ama iradesi tükenince pes eder. Topluma karışacak kadar bile ilerleyemez. Kimisi sabırla ilerleyip toplumun beklentilerini karşılayan ortalama biri olur. Kimisi de kendisine tayin edilen yoldan değil, görüp merak ettiği yönlere doğru ilerler. Ama daha önce kimsenin yürümediği bu yollarda birçok engelle karşılaşır. Yine de güçlü iradesi ile engelleri de aşıp yepyeni şeyler keşfeder. Ama görünür bir hedefe doğru ilerlemiyorsa tabii ki başına bir şeyler gelme riski de var.
İşte bu bölümümüzde bizleri birbirimizden ayıran asıl özellik olarak Cahil Hoca kitabında merkeze yerleştirilen irade konusuna gelmiş olduk. Yine de irade kitapta çok derinlemesine incelenmeden kullanılmış. Bu nedenle birçok ünlü düşünür tarafından övgüyle bahsedilen bir kitaba yöneldim. Jules Payot tarafından kaleme alınan İrade Terbiyesi isimli eser. Bizler de bu eser üzerine konuşarak içimizdeki kaplumbağayı terbiye etmeye çalışalım.
Aslında kaplumbağa iradeyi temsil etmesi için çok uygun bir hayvan. Ağır, hantal ve çekingen olması ile iradeye benzerliği hayli yüksek. Osman Hamdi’nin meşhur tablosu Kaplumbağa Terbiyecisi’nde de devlet bürokrasinin ağır ve hantal işleyişini temsil ediyordu hatırlarsanız.
Jules Payot iki düşüncenin irade terbiyesine iki düşüncenin engel olduğunu düşünüyor.
Bunların birincisi insanın değişmez bir karaktere sahip olduğu düşüncesi. İkincisi de özgür iradeden kaynaklanan hedefsizlik olarak ben anladım.
İlkini ele alalım, yani karakterin değişmez bir şey olması durumu. Bu teori Immanuel Kant tarafından ortaya atılmış. Shopenhauer ve Spencer tarafından da desteklenmiş. Kant diyor ki: “Karakterimizi doğrudan ve kendiliğinden edindik. Bu durumdan geri de dönülemez. Karakterde değişme çok az olur.” Tembel bir insan her zaman tembel, çalışkan bir insan her zaman çalışkan mıdır? Elbetteki bu soruya cevabım hayır. Yine bilginin ve yeteneğin doğuştan gelmemesi gibi karakter de deneyimlerle kazanılır. Ya da kaybedilir. Çocuğun karakter gelişimi dönemi burada önemli. Pedagojik değerlendirmeler dikkate alınmalı ama ben tembelim diyerek ömür boyu yatmak kabul edilebilir değil. Karakterin değişmez kabul edilmesi kişisel gelişimin de durması demektir. İnsan ortamını ve alışkanlıklarını değiştirince karakterinde de değişimler olur. Yaşadığı travmatik bir olay veya değer verdiği birinin sözü ile farklı birine dönüşebilir. İnsanın dıştan gelen bir etki ile değişmesini çok değerli görmesem de özellikle içten gelen bir değişim bence çok değerli. Sebebi de insanın kendinin farkında olması ve kendini değiştirmeye cesaret edebilmesi. Bunu başarabilen kişinin olmak istediği her şeye dönüşebilmesi mümkün olur. Kitapta yazar sürekli sigara dumanından şikayet ettiği için örnek olarak sigarayı bırakmanın insanın karakterinde de değişmeye neden olacağına değinmek istiyorum. Diyelim ki sürekli birlikte sigara içip muhabbet ettiğiniz bir grup var. Siz de düşündünüz ve sigaranın size ve sevdiklerinize zarar verdiğine ikna oldunuz. Kendinizi zorlayarak bıraktınız. Bu aslında sizi o grupla yaptığınız konuşmalardan ve ortamdan da ayırdı. Bir kelebek etkisi gibi zincirleme birçok değişikliğe neden olabilir. Belki artık daha sabırlı daha dinç daha derin düşünebilir bir karaktere sahip oldunuz. Sık sık mola vermediğiniz için daha konsantre çalışıp daha fazla şey üretebiliyorsunuz. Masrafınız azaldı ve geliriniz arttı, yaşam standardınız yükseldi. Yurtdışı gezdiniz ufkunuz açıldı. Bambaşka biri oldunuz. Kısaca değişmez değil karakter. Alışkanlıklarınızı değiştirince değişebiliyor.
Şimdi bir de ikinci iddiaya bakalım. Özgür iradenin zararlı bir etkisi olarak hedefsizlik irade terbiyesine engel midir? Buna cevabım evet. Kendimden de bildiğim üzere hedefsiz çalışmak insanı verimsiz çabalar harcamaya sürüklüyor. Bu aslında çok kolay gözlemlenebilir bir şey. Yakınınızda bir pencere varsa dışarıdaki insanların yürüyüşlerini bir süre gözlemleyin. Şunu hemen fark edersiniz. Bazı insanlar hızlı ve düzgün adımlarla düz bir hayali çizgi üzerinde yürür gibi görünürler. İşte bu insanlar belli bir hedefi olan ve hedefine doğru çizdiği hayali rotasından sapmayan insanlardır. Pek fazla sağa sola bakmaz dikkatlerini dağıtmazlar. Bazıları da dağınık adımlarla yürür. Sürekli sağa sola bakar. Arada dikkatini çeken bir şey olursa durup inceler. Onların belli bir hedefi yoktur ama çevresini gözlemlerler. Naçizane kendimi biraz bu kişilere benzetiyorum. Bir de tembeller var onları zaten pek sokakta göremezsiniz ya da sağda solda çimenlere uzanıyorlardır. Benzer bir yürüyüş sahnesi Ölü Ozanlar Derneği filminde de vardı ama o daha çok herkesleşmekten bireyleşmeye doğru bir yürüyüştü. Hatta filmdeki öğrencileri ortak hedeften saptıran bir yürüyüştü. Jules Payot buna kızardı. Ranciere ise hoşlanırdı. Aralarında iradeye bakış açısından şöyle bir fark gördüm. Ranciere, Cahil Hoca kitabında her şey her şeydedir diyordu. Bu biraz dağınık bir ilerlemeyi ifade ederken, Payot hedefe odaklı olmayan çabaları faydasız görüyor. Ben de ikisinin arasında kaldım. Şöyle, benim birbiri ile ilişkili farklı hedeflerim oluyor ve odaklanıp sırayla bitirmeye çalışıyorum. Çabalarımın da birbirini desteklemesini umuyorum.
İrade terbiyesinin önündeki iki engeli incelemiş olduk. Önce dedik ki insanın karakteri değişmez değildir. Sonra da dedik ki özgür irademiz var diye de hedefsiz amaçsız olmaya gerek yok.
Şimdi iradenin ne olduğuna tekrar bir bakalım. Ranciere demişti ki bizi birbirimizden ayıran şey zekalarımız değil, iradelerimizdir. Payot diyor ki bizi değerli ve başarılı kılan şey irademizdir.
Bunlar irade için birer tanım değil. Bir dönem doktorlar iradenin kaynağı olarak psikolojiyi ve duygu durumlarını dikkate almışlar. İradenin akılla ilgili bir kavram olduğuna kanaat getirilmiş.
Ama Payot irade için yaklaşık şöyle bir tanım geliştirmiş. “Tek bir amaca yönelik olarak gösterilen sabırlı ve düzenli çaba.” Yani doğrudan çalışmak değil de, bir amaca yönelik düzenli bir çalışma. Aynı zamanda bunun duygusal bir güç olduğunu da söylüyor.
İrade terbiyesi için savaşılması gereken bazı düşmanlardan bahsediyor. Bu kısımları okurken hayli güldüm üslubuna. Öncelikle tabii ki isteksizlik. Yüzüklerin Efendisi’nde hatırlarsanız Aragorn tahtın varisi olduğu halde kral olmak istemiyordu. Gondor bir vekilharç tarafından yönetiliyordu. Eowyn de Aragorn’a sitemle şöyle soruyordu. “Büyük şeyler başarma isteği ne zaman silindi gitti içinden?” İsteksizlik çok farklı bir çukur. İnsanın buradan çıkması için varoluşuna bir anlam bulması lazım. Tembellik için daha önce bir bölüm hazırlayıp yayınlamıştık. Orada bahsettiklerimiz bu konu için de geçerli. Bir diğer düşman da karşı cinse duyulan ilgi. Hedefe odaklı bir çalışmada en çok dikkat dağıtacak şey bu olabilir. İnsanın inişli, çıkışlı, dalgalı ve duygusal bir ruh hali içinde bir şeyler başarması pek mümkün değil. Özellikle üniversite sınavına hazırlanırken karşı cinsle ilgilenmek hayatınızın gidişatını hayli değiştirebilir. Kelebek etkisinden az önce bahsetmiştim. Zincirleme birçok değişikliğe neden olabilir.
Yine bir başka düşman kötü arkadaşlar. Kötü arkadaşlar genellikle güler yüzlü motivasyon kırıcılardır. Ne zaman kendinize anlamlı bir hedef belirleseniz bunu değersizleştirir ve sizi kendi tembelliklerine çağırırlar. Bir dizi vardı Yalan Dünya diye. Orada Vasfiye Teyze karakteri vardı. Birisi bir şey yapmaya çalıştığı zaman şöyle derdi. “Yapamazsın demiyorum, yapsan ne olacak diyorum.” Payot kitapta adını elektrik akımı biriminden bildiğimiz Amper ile kapıcısı arasındaki bir olaydan bahsediyor. Çalışmalarının büyük etkileri olsa da o dönem pek para kazanmıyormuş ve kapıcısı da kendisiyle hayli alay edermiş. Toplum para etmeyen çalışmaları pek değerli görmüyor. Çevremizde, ailemizde, toplumda sürekli yapamazsın, edemezsin, öyle kolay değil gibi sözlerle iyi ve güzel olan her şeye engel olan, değersizleştiren bir kesim var. Size tavsiyem başarmak için yoğun çaba sarf ettiğiniz dönemlerde güler yüzle sizi alıkoymaya, çabanızı anlamsız değersiz göstermeye çalışan olursa bu kişileri tespit edip aranıza mesafe koymanız. Emin olun sizi besleyen ve destekleyen bir arkadaş ortamı boş vakitlerinizi bile yeni ve ilham verici bilgilerle düşüncelerle dolduracaktır. Bilim ve sanat tarihinde birçok insan bulundukları ortamı değiştirdiklerinde çok büyük ilerlemeler göstermişler. Hani taş yerinde ağırdır derler, sizde çabanızın düşüncenizin değer görmeyeceği ortamlardan uzak durursanız çevrenizin olumsuz etkisini olumluya çevirebilirsiniz. Terk ettiğiniz bir ortamda nelerden mahrum kaldığınızı değil, nelerden kurtulduğunuzu düşünürseniz alışmak kolay oluyor.
İrade terbiyesi önündeki engellerden düşmanlardan bahsettik. Şimdi de çok ihtiyacımız olan bir şeyden bahsedelim. O da sabır. Diyelim ki bir doktorsunuz ve ağrıları olan bir hastanız var. Ya uzun saatler süren bir ameliyat yapacaksınız. Ya da ağrı kesicilerle geçiştireceksiniz. İşte sabır, sorunlarımızı çözülünceye dek ne kadar uzun sürse de dikkatimizi bozmadan çözmeye çalışmaktır. İrademiz bizi harekete geçirir, bir hedefe yönelik çalışmaya başlatır. Sabır ise tamamlayıncaya kadar bizi işin başında tutar. Yazar burada çalışmanın saman alevi gibi birden parlayıp sönen bir şey olmaması gerektiğinden de bahsediyor. Sık sık ve sürekliliği olan çalışmaların sonunda ancak büyük işlerin başarılabileceğini söylüyor. Ama insanlar kolay yoldan çok para kazanma odaklı çalıştıkları için sabırsızlık yakalarını pek bırakmıyor. Sabır aynı zamanda eski kendinizden ve faydasız alışkanlıklardan kurtulmak için de gerekli olan bir şey.
Peki irade terbiyesi için sabırdan başka neye ihtiyacımız var? Çalışma ortamına ve tefekküre. Çalışma ortamı derken şöyle bir yer kastediliyor. Kendi zihninize hakim olabildiğiniz, dikkatinizin dağılmadığı, derinlemesine tefekkür edebildiğiniz yer. Bu bir müzisyen için piyanonun taburesi olabilir. Bir ressam için tuvalin önündeki sandalyesi olabilir. Bir yazar için masası veya bir bilim adamı için laboratuarı olabilir. O yaratıcı dinginliğe erişebildiği yer her neresi ise orası işte. Peki tefekkür nedir? Beynimizi boş bırakamayız, beyin çalışmaları ile tanıdığımız Sinan Canan sadece 2 dakikalığına hiçbir şey yapmadan ve düşünmeden durmayı bir deneyin diyordu. Birisi de denemiş ve 2 dakika içinde 42 kez istemsizce dikkatinin çevresel uyarılara kaydığını söylemişti. Beynimiz sürekli aktif halde ve eğer bunu bir meseleye tümüyle vakıf olacak şekilde düşünmek için kullanırsak, sonucunda da bir eser veya karar ortaya çıkarırsak tefekkür etmiş oluruz. Tüm hayat deneyimlerimiz ve edindiğimiz bilgiler zihnimizde bir yığın gibi duruyor. Bunları anlamlı bir düzen içinde düzenleyebilmek ve yeni düşünceler sentezleyebilmde için tefekküre ihtiyacımız var.
Son olarak da duygular. İrademiz için Payot duygusal bir güç demişti. Duyguların hem akılda, hem de nefiste bulunabileceğini, bizi bir bütün olarak tutacak olan harç olduğunu ifade etmeye çalışıyor. Hatırlarsanız bin beyin teorisi bölümünde alt ve üst beyinden bahsetmiştik. İkisi arasında bir çatışma vardı. Alt beyin bedenimizi kontrol ediyordu. Üst beyinin ise bedenimiz üzerinde doğrudan bir kontrolü yok demiştik. İki yazarın anlattıklarını birleştirdiğimiz zaman ortaya şöyle bir şey çıkıyor.
Alt beyin, yani nefsimiz bir şey istedi. Bir duygu hissetti. Üst beyin, yani aklımız da buna karşı çıkıyor. Sizce ne olur? Alt beyinin istekleri güçlüdür ve buna direnmek çok kolay değil. Daha önce diyet yapmak örneği üzerinden anlatmıştık. Diyelim ki kendimize hakim olamadık ve yaptık. Pişman oluruz değil mi? Üst beyin sürekli bunu hatırlayıp pişmanlık duygusunu hisseder.
Peki üst beyin bir şey ister de alt beyne söz geçiremezse ne olur? Kişi ne kadar merak da etse beden yerinden kalkmıyor. Tembellik diye buna diyoruz.
Şayet aynı şeyi hem üst beyin, hem de alt beyin istiyorsa? İşte en güçlü irade burada ortaya çıkıyor. Çünkü aklınız ve nefsiniz duygularınızla bağlandı ve bir bütün olarak hareket etmeye başladınız. Üst beyin diyor ki, ne kadar düşünmek gerekirse ben düşüneceğim, alt beyin diyor ki ne kadar cefa çeksem de katlanacağım. Artık başarıya ulaşana dek sizi durdurabilecek hiçbir şey yok diyebiliriz.
Hepimize terbiyeli iradeler dilerim.
Bir sonraki bölümde görüşmek dileğiyle, hoşçakalın.