Öncelikle beyin ile ilgili herkesin bildiği genel bilgileri tekrar hatırlayalım. Tıp jargonu ile değil de daha basit olarak, beynimizin ön bölgesi (frontal lob) olarak adlandırılan bölge, bizi diğer canlılardan ayıran kısımdır diyebiliriz. Yani insanî olan her türlü faaliyet bu bölgede gerçekleşiyor. Beynimiz derin bir yarıkla sağ ve sol olarak iki kısma ayrılmış ve bu bölgelerin fonksiyonlarının birbirinden çok farklı olduğu düşünülüyor. Düşünülüyor diyorum çünkü bu bilimsel olarak temellendirilmiş bir görüş değil. Kısaca bahsetmek gerekirse, sol taraf mantığı kullanan, doğa bilimleri ve analitik konuları inceleyen, bilgiyi ve dili temel alan kısım, sağ taraf ise duyguları ve sezgileri kullanan, sanatı ve ahlakı inceleyen, görsel ve işitsel uyaranlara duyarlı kısım şeklinde. Tartışmalı bir konu olduğu için detayına pek fazla girmeyeceğim. Bunun yerine Sanat ve Beyin ilişkisinden bahsedeğim.

Önceki bölümlerde görüşlerimizin lise ve sonrası dönemler için olduğunu belirtmiştik. Bunun bir nedeni de beynin ön kısmının 16 ile 40 yaşları arasında gelişiyor olmasıydı. Hepimiz bu dönemde farklı şeylere ilgi duymaya başladığımızı ve düşüncelerimizin çeşitlendiğini hissetmişizdir.

Beynimizin en önemli özelliklerinden biri, belli bir uyarı ile sık sık karşılaştığında, uyarılan bölgelerin gelişmesidir. Bu hem iyi, hem de kötü bir özellik. Neden böyle söylüyorum. Belli bir konuda kendimizi geliştirmeyi bu özellik sayesinde başarıyoruz. Pratik yaptıkça uyarılan bölgeye giden yollar genişliyor ve bu yoldan daha fazla şey geçirebilir hale geliyoruz. Buna beynin plastisitesi deniliyor. Peki böyle bir özellik neden kötü olsun ki? Şöyle… Eğer bir şeyi hep aynı şekilde yapıyorsanız veya düşünüyorsanız, farklı bir şey denemek veya düşüncenizi değiştirmek giderek zorlaşıyor. Bunu şu şekilde hayal edebilirsiniz. Başka bir şehre gideceksiniz ve her zaman kullandığınız geniş bir yol var. Birisi çıkıp diyor ki şu taraftan başka bir yol daha varmış. İnsan burada bildiğinin dışına çıkmaya direnç gösterir ve tembellik yapar. Beyin ile ilgili önemli bir soru ile karşılaşıyoruz öyleyse. Beynimizi geliştirmek için pratik mi yapmalıyız, yoksa yeni şeyler mi denemeliyiz?

Bu soruya benim cevabım ikisinden biri değil, her ikisi de gerekli şeklinde. Her bireyin kendisi ile alakalı bu doğrultuda bir planı olmalı. Şuna eminim, ne kadar farklı deneyimlerimiz olursa beynimizde o kadar fazla yeni yollar açılacaktır. Zamanla çoğalan bu yeni yollar bir seviyeden sonra birbirine bağlanacak, nihayetinde de son derece kompleks ve üst seviyede düşünceler geliştirebilecek bir beyne sahip olacağız. Özellikle sanatsal faaliyetler beynin birçok bölgesinde uyarılar oluşmasına neden olduğu için beynin gelişiminde yüksek dereceden bir çarpan etkenidir. Bir de enstrüman çalmak gibi hem sanatsal olan, hem de bedensel koordinasyon gerektiren uğraşınız varsa beyniniz için bulunmaz bir gelişim fırsatı oluşur. Yakın çevremde de sanatla ciddi şekilde uğraşan çok başarılı mühendisler gözlemliyorum. Sanat birbiri ile alakasız görünen şeyler arasında ilişkiler kurma becerisini kazandırır. Bu da iş dünyasında, sporda ve yaratıcılığın ihtiyaç duyulduğu her insan faaliyetinde faydalıdır. Yani sanat, sanat için bile yapılsa, sanat sadece sanat olarak kalmaz. İnsanın hayatının her yönünü etkiler, düşünme biçimini değiştirir.

Aynı soruya tekrar dönelim. Aynı şeyi pratik etmek mi, yoksa sürekli yeni şeyler denemek mi daha iyi?

Diyelim ki beyninizi sıklıkla analitik düşünceler için kullanan bir mühendissiniz. Meslek hayatınızda kazandığınız tecrübe ve yaptığınız pratiklerle her geçen gün beyninizin uyarılan kısımları plastisite ile gelişiyor. Fakat işiniz dışında neredeyse hiçbir faaliyet yapmıyorsunuz. Zaten mühendislerde biraz asosyallik vardır :) Bu kişilere tavsiyem en az bir sanat veya spor dalında iyi seviyede pratiğe başlayıp, başka benzer alanlar ile ilgili de mümkün olduğunca farklı deneyimlerde bulunmasıdır. Böylelikle hem beyninin her bölgesini uyarmış, geliştirmiş, hem de beynin her kısmı arasında yüksek bir etkileşim sağlamış olur. Bunun kendisine tahmin ettiğinden çok daha fazla katkısı olacaktır.

Diyelim ki beyninizi sıklıkla yaratacılık için kullanan bir sanatçısınız. Hayal gücünüz ve yeteneklerinizle eşine az rastlanır eserler ortaya koyuyorsunuz. Size her imge başka bir düşünceyi, her söz başka bir duyguyu çağrıştırıyor. Fakat doğa ve gerçeklikle bağınız biraz kopuk. 4 işleme bile market harici gerek duymuyorsunuz. Size tavsiyem de özellikle mantık ve doğa felsefesi ile ilgili okumalar yaparak ayakları biraz olsun yere bastırmak olur. Yine önceki örneğe benzer bir şekilde beynin her bölgesi gelişmiş ve beynin genel yapısında büyük bir gelişme sağlanmış olur.

Eğer öğrenciyseniz ve henüz üzerinizde sınav baskısı yoksa, boş vakitlerinizi ilgi duyduğunuz alanlarda pratiğinizi arttırarak ve diğer alanlarda hobiler edinerek geçirebilirsiniz. Burada boş vakit deyip geçiyoruz ama, benim 30 yaşımdan sonra kıymetini anladığım bir şey bu. Bugün bana hayattan beklentin nedir diye sorsalar, basitçe:

“Sağlık ve biraz daha boş vakit.”

diye cevap veririm. Boş vakit konusunda eğitim sisteminin de öğrencilerin de farkında olmadığı bir durum var. Mevcut ders saatleri göz önüne alındığında öğrencilere dinlenmiş halde neredeyse hiç boş vakit bırakılmadığını görüyoruz. Vakti olmayan öğrenci, beynini geliştirecek faaliyetler yapamaz. Fakat deseniz ki öğrencilere boş vakit tanıyalım, farklı hobiler edinip farklı şeyler deneyimlesinler. Onlar da muhtemelen vakitlerini boşa harcayacaklardır. Çünkü onlar da bunun önemini anlayacak durumda değiller. Bilim tarihine bakarsak birçok bilim adamının bilimle hobi seviyesinde uğraşan zengin ailelerin genç çocukları olduğunu görürüz. O dönemlerde yoksullar çoğunlukla geçimlerini sağlamak için sürekli çalıştığından boş vakit lüksüne sahip değillerdi. Bilim tarihinde göreceğiniz bir diğer ilginç şey de, müziğin uzun yıllar boyunca matematiğin bir alt dalı olarak görülmüş olması. Müzikle uğraşanlar, seslerin arka planda matematiksel bir uyum içerdiğini iyi bilirler. Belki de müziğin evrenselliği de matematiğin evrenselliğinden geliyordur.

Peki, Sanat Eğitimi nasıl olmalı?

Sanat eğitimi aslında bizim bu podcast bölümlerinde anlatmaya çalıştığımız eğitim modelini çok daha kolay görebileceğimiz bir alan. Sorumuz şu: Bir öğrenciyi, bir kurumda sanat eğitimi vererek sanatçı haline getirebilir miyiz? Buna cevap olarak, sanatçılık doğuştan gelir veya her insan istese de sanatçı olamaz gibi toplumda yaygın olan anlayışlar bizim burada anlattığımız model için uygun değil. Fakat sanat, öğrenimde olduğu gibi sadece kitaptan öğrenilecek bir şey de değil. Sanat eğitiminde bir öğrenciye iki şey verebilirsiniz:

Birincisi icra edeceği sanatla ilgili kullanması gereken araçlar ve bu araçları nasıl kullanacağı ile ilgili teknikler. İkincisi de sanatın geçmişten o güne kadarki tarihi ve gelişmiş akımları ile ilgili bilgiler. Hatta bu ikinci bahsettiğim kısmı, toplumun kendisi kültürel yoldan tüm gençlerine aktarır. Edebiyat, güzel sanatlar, mimari ve müzik kültürle aktarılan şeylerdir. Kişi yetiştiği toplum içerisinde okuduğu kitaplarla, duyduğu müziklerle, gördüğü resimlerle, girip çıktığı binalarla doğal olarak bu konuda bir birikim elde eder. Fakat yine de bir öğrenciye tüm bunları okulda verseniz dahi onun sanatçı olması, bir sanat eseri meydana getirmesi yine kendi iradesine bağlıdır. Hiç sanat eğitimi almamış biri de iradesini ve toplumdan edindiği estetik kaygıyı birleştirerek eserler meydana getirebilir. Belki kullandığı teknikler eğitimli birine göre amatör kalabilir. Bunu da yine kendisi gördüklerini taklit ederek zamanla geliştirebilir.

Hatırlar mısınız bilmiyorum, bir zamanlar TRT ekranlarında kıvırcık kabarık saçları ile resimler yapan bir ressam vardı. Bob Ross… Topluma resim yapmayı sevdiren kişi olarak hala anılıyor. Bu yaşımda bile YouTube videolarına denk gelince açıp izlerim. O naif ses tonuyla yaptığı resimleri anlatırken iki şey dikkatimi çekmişti. Birincisi resim yaparken kullandığı araç gereçler ile ilgili verdiği bilgiler.

“Gökyüzü yaparken ultramarin mavi ile alizarin kırmızıdan çok az karıştırıyoruz. Kalın fırçamızı, boyaya sertçe vurarak boyayı fırçaya alıyoruz. Güzel ve derin bir gökyüzü için fırçamızı X şeklinde hareketlerle tuvalin en üst kısmından başlayarak aşağı doğru hareket ettiriyoruz. Eğer sakin bir deniz yapmak istiyorsak fırçamızı yalnızca yatay hareket ettirmeliyiz.”

Farkettiyseniz ifadeler yoğun şekilde bilgi içeriyor. Dinlediğiniz bu son derece kullanışlı teknik bilgiler yavaş yavaş size geçmeye başlıyor. Eğer imkanlarınız el veriyorsa bu araçları edinip, teknikleri kullanarak sizlerde resim yapmayı deneyebilirsiniz. Özellikle realist (gerçekçi) resimler yapıyorsanız teknik bilgileri öğrenmek ve doğru bir biçimde kullanmak size yeterli olacaktır. Bu bence işin birinci boyutu. İkinci boyut için dikkatimi çeken ikinci şeye ihtiyaç var. Bob Ross aralarda şöyle şeyler de söylerdi. “Resim yapmak tamamiyle bireysel bir olgudur. Her ressam aynı manzarayı farklı resmeder. Kullanacağı teknikleri kendisi tercih eder. Bu ressamın kendisine kalmıştır.” Bu sözler sanatın gerçek anlamını yani ikinci boyutu ifade ediyor. Sanat tarihine baktığımızda büyük sanatçıların kendi isimleri ile anılan teknikler geliştiren, ifade etmek istediklerini kendine has imgelerle ifade eden kişiler olduklarını görüyoruz. Bu sadece resim için değil tüm sanat dallarında geçerli bir durum. Bu boyuta geçebilenler zaten ismini az çok duyduğumuz, bildiğimiz derinliği olan sanatçılar. Önceki bölümde Ali’nin detaylı bir şekilde bahsettiği gibi, sanatsal faaliyetler; beste yapmak, resim yapmak vs. Bloom taksonomisinin en üstünde yer alan “Sentez” yapmayı gerektirir. Önce sanatın icra edilebilmesi için gerekli refleksler (kas refleksleri) ezberlenir. Sonra bunların yapısı anlaşılır vs. Bloom hiyerarşisindeki piramit yeterince iyi olgunlaşmışsa, piramidin tepesindeki sentez faaliyeti gerçekleştirilebilir. Piramit ne kadar sağlamsa, sanatçı o kadar iyi eserler üretir. Yine Ali’nin önceki bölümde bahsettiği kompozisyon kavramı, sanatta çok daha derin ve geniş bir şekilde karşımıza çıkar. Sanatçılar ifade etmek istedikleri her şeyi belli bir bütünlük içerisinde ve kullandıkları her argüman bu bütüne ait olacak şekilde ortaya koyarlar. Büyük sanatçılar, eserlerinde kompozisyon oluşturmaya çok dikkat ederler. Bu nedenle her sanat eserinin kendine özgü bir kompozisyonu vardır.

Beynin tekniklerle ilgilenen kısmı ile sanatı ortaya çıkaran kısmı henüz bilimsel olarak ortaya çıkarılamamış olsa da muhtemelen farklıdır. Özellikle mantık ve matematik gibi uğraşlarda beynin çok lokal bir bölgesi uyarılırken uygulamalı sanatsal faaliyetler bütün beynin uyarıldığı uğraşlardır. Özellikle bir müzik entrümanı çalmanın diğer uğraşlara göre çok daha etkili olduğu bilimsel olarak ispatlanmıştır. Müzik dinlemenin ve enstrüman çalmanın beyne etkisi ile alakalı web sayfamıza bir video ekleyeceğim. Kesinlikle seyretmenizi tavsiye ederim. Video:

How playing an instrument benefits your brain - Anita Collins

İşte bu yüzden, gerçek bir sanatçı sanatını ortaya koyarken adeta beyninde havai fişekler patlayan kişidir. Bir başkasına hem hissettiklerini, hem de düşündüklerini aktarmasını sağlayan şey, beyninin bir bütünlük içerisinde ortaya koyduğu eseri diğer insanların da bir bütünlük içerisinde algılamasıdır. Sanatı değerli kılan tekil olma özelliğidir. Bu da sanatçının bireyselliğinden gelir.

Resim, müzik, mimari ve edebiyat gibi sanatın her branşında, ortaya konular eserler doğanın kendisinin ya da içerdiklerinin bir izlenimidir. Bu şekilde düşündüğümüzde sanat bize gözlem, değerlendirme gibi birtakım kabiliyetler de kazandırır. Yapılan soyut bir resimde doğadaki renk paletinden ilham almak gibi ya da mimaride doğada bulunan formların kullanması gibi. Bu bir anlamda da bilimin çevreyi/evreni algılama ve yorumlama yöntemimize yaptığı katkıya benziyor.

Mesela yalnızlık gibi soyut bir kavramı resmetmek istedik. Tuvali ikiye bölüp, üst kısma derin ve kapalı bir gökyüzü, alt kısma da ufka uzanan geniş ve düz bir arazi yapsak. Tuvalin tam merkezine de uzaklarda kendi başına duran bir ağaç çizelim. Geniş boşluklar içerisindeki bu tek ağaçta yalnızlığı resmettiğimiz gibi, soyut kavramları zihnimizde yorumlayıp tekrar somut bir forma dönüştürdüğümüzde, ortaya konulan şey her zaman bir sanat eseri niteliği kazanmasa da bu üretimler kişinin gelişim yolculuğuna ve anlam arayışına da katkı sağlar.

Bir de belli bir sanat eğitimi almak; ışık-gölge, kompozisyon, renk, ses, ölçü vb sanatın teknik temelini kapsayan bu bilgilere sahip olunduğunda bu istemsiz bir şekilde görme, işitme ve algılama biçimlerimize de yansır. Bu belki yine bizi iyi bir sanatçı yapmaya yetmez ama sanatın hayatla ve beyinle olan ilişkisinin girift yapısını açıklayabilir. İyi bir sanatçı olmak için temel bilgi ve teknikleri iyi öğrenip piramitin temelini geniş tutarak yola çıkmalı, hayattan edindiğimiz izlenimleri bir kompozisyon içerisinde eserimizde sentezlemeliyiz.