Eğitim vermeyi hedeflediğimiz gençlerin çoğunlukla vakitlerini oyun oynayarak veya roman okuyarak geçirdiklerine şahit oluyoruz. Tabi bunlar haricinde de birçok uğraşları vardır fakat bu bölümde özellikle oyunların ve romanların eğitim sürecinde de doğrudan yer alabileceklerini, birer eğitim aracı olarak kullanılabileceklerini ifade edeceğim. Ali’nin önceki bölümde bahsettiği öğrencilerin aldıkları derslerle ilgili “Bu ders benim ne işime yarayacak?” sorusu gibi, bu kez öğrencilere sorulan “Bu oynadığın oyunlar, okuduğun romanlar ne işine yarayacak?” sorusunu ele alacağım. Vakit kaybı olarak görülen bu uğraşların neden olduğu etkileri birlikte değerlendirelim.

Hatırlarsanız ilk bölümde Cahil Hoca’nın yani Jacotot’un öğrencilerine verdiği iki dilde basılmış bir kitaptan bahsetmiştik. Kitabın ismi Telemak… Bu kitap bir romandır. Fransız edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan bu romanı Cahil Hocamız öğrencilerine Fransızca öğretebilmek için okutuyor. Yani romanı dil öğretiminde bir araç olarak kullanıyor. Ayrıca yine daha önce bahsini açtığımız “Her şey her şeydedir.” prensibi ile birlikte öğrenciler Telemak’tan yalnızca Fransızca’yı değil romanın geçtiği Antik Yunan dönemine dair de tarihi ve antropolojik bilgiler öğreniyorlar. Belki de bilmediğimiz daha birçok konu hakkında fikir sahibi oluyorlar. Ve bu yalnızca bir romandan elde edebileceğimiz fayda. Eğitim süreçlerinde bu şekilde araç olarak kullanabileceğimiz daha nice romanlarımız var.

Romanın eğitimde bir araç olarak kullanılması, hem öğrencilere kitap okuma alışkanlığı kazandırması bakımından, hem de öğrenilecek konuya ilgiyi arttırması bakımından iki türlü de faydalı olacaktır. Özellikle tarih derslerinde öğrencilerin belli tarihi dönemler hakkında yazılmış kült eserleri okuması sağlanarak, onlara sanki o dönemde yaşıyormuş gibi bir his uyandırılması sağlanabilir. Bu onların hayal güçlerini geliştirmelerine ve empati sahibi olmalarına da olanak sağlayacaktır. Kendilerini roman karakterlerinin yerine koyacaklar ve karakterlerle birlikte olayların içerisine dalacaklar, belki kendilerince olayların akışına müdahale etmek isteyeceklerdir.

Cahil Hoca’nın yaptığı gibi yabancı dil öğreniminde de dili sade olmak kaydıyla yine romanlar kullanılabilir. Sade dil diyorum çünkü bilmediğiniz bir dilde ağır edebi ifadeleri çözebilmek insanı çok zorlayabilir. Lise yıllarımda George Orwell’a ait 1984 kitabının İngilizcesini temin edip okumaya çalışmıştım fakat maalesef tamamlayamadım. Bugün olsa mutlaka ne yapar eder okumayı tamamlarım ama gençlik döneminde insan aynı iradeyi ortaya koymakta biraz daha zorlanabiliyor. Yabancı dilde eserler okumak aynı zamanda öğrencilerin farklı kültürleri tanımalarına ve ilerde hoşgörülü birer insan olmalarına da katkı sağlayacaktır.

Öğrenciler için özellikle felsefe dersleri oldukça zorlu geçer. Zaten mantık dersini matematik içerisinde hızlıca geçiştirdikleri için felsefe dersinde öğrenci nasıl düşüneceğini bilmeden hocaların sokratik sorularıyla muhatap olur. Romanlar burada yine imdada yetişebilir çünkü felsefi akımları temsil eden başyapıt niteliğinde birçok roman bulunmaktadır. Mesela Stoacılığı anlatan Felsefenin Tesellisi gibi. Felsefe hocaları için biraz üzülüyorum çünkü öğrenciler ne onların anlatacaklarını anlamaya hazırlar, çünkü muhtemelen mantık bilmiyorlar. Ne de ilgileri var, hayatı sorgulayacak yaşlar için biraz erken. Lise öğrencileri de neden bilmiyorum özellikle felsefe konularını biraz alaya almayı severler. “Sandalyenin varlığını kanıtlamak” meselesi, “Düşünüyorum, öyleyse varım.” söylemleri sınıfta hep ciddiyetsiz bir karşılık bulur. Bu açıdan da gençlere konunun ciddiyetini aktarabilecek bir roman faydalı olur, belki de onları olgular üzerine düşünmeye sevkeder.

Romanlar bazı kesimler tarafından oldukça faydalı ve gerekli, bazı kesimlerce de faydasız ve boşa bir uğraş olarak görülüyor. Ali’nin kitap okumakla ilgili bir sloganı vardı: “Eğer bir kitap tekrar tekrar okumaya değmezse, okumazsan çok bir şey kaybetmez, okursan da çok bir şey kazanmazsın.” Hatta bu ifadeyi filmler için de genişletebileceğimizi söylemişti. Aynı şekilde filmler de eğitim süreçlerinde birer araç olarak kullanılabilirler. Mesela biz fakültede Titanik gemisinin neden battığını filmdeki çarpışma ve batış sahnelerinin işlenişi üzerinden bilimsel olarak hayli konu edinmiştik.

Ben kendi adıma pek roman okuyabilen bir insan değilim. Daha çok bilgi veren veya düşünce analizi kitapları benim daha çok ilgimi çekiyor. Hatta ilgimi çekmesinden de öte, bu kitaplara ben bir öğrenci gibi hala çalışıyorum. Yaşımız ilerledi, üniversiteden mezun olduk, işimizde gücümüzdeyiz ama hala işten çıkıp akşam eve geldiğimde bir düşünce kitabını elime alıp bir sayfanın içinde kaybolup gidecek kadar düşüne düşüne okuyorum. Artık okuduklarım pek havada kalmıyor ve zihnimde bir yerlere yerleşiyor. Kendi içimde bazı ifadelere katılıyor, bazılarına karşı çıkıyorum. Roman ise daha çok olayları, duygu ve edebi ifadelerle yüklü bir şekilde okuyucusuna sunduğu için bana doğrudan değil dolaylı bir öğrenme deneyimi yaşatıyor. Bu nedenle, romana bir nebze daha uzağım diyebilirim. Bu kişisel bir konu ve siz de düşünce kitaplarını sıkıcı bulabilirsiniz.

Büyük Alman filozofu Immanuel Kant, Eğitim Üzerine adlı eserinde romanların öğrencilerin zihnini edilgenleştirdiğini, roman karakterleri ile yapılacak empatinin dikkatlerini dağıttığını ve ezber yetilerini zayıflattığını belirterek romanlara karşı bir tutum sergiliyor. Ben bu görüşe katılmıyorum. Romanların eğitim süreçlerine iyi bir eğitim planı dahilinde araç olarak eklenmesinin birçok açıdan faydalı olacağını düşünüyorum. Roman okumanın faydaları üzerine yapılan araştırmalara baktığımda şunu farkettim. Romanların okuyan kişide geliştirdiği özellikler eğitimin gerçek tanımında geliştirilmesi hedeflenen özelliklere çok yakın. Çoğunlukla bireyin toplumsal hayata uyumu ile ilgili yani. Toplumsal hayat içerisinde kişinin empati yapabilmesi, karşılaştığı durumları kritik edebilmesi, karar alma süreçlerini yönetebilmesi, duygu ve stres kontrolü sağlayabilmesi gibi sosyal yönde birçok etkisi olduğu gösterilmiş. Aynı zamanda dilin doğru kullanımı ile kendini ifade edebilme, kavramları tarif becerisinin gelişmesi, sağlıklı iletişim, okuma ve anlama becerisinin genişlemesi de eğitim süreçlerini doğrudan etkileyen konular.

Neredeyse tüm klasik romanları okuduğunu söyleyen bir avukata pek roman okuyamadığımı söylediğimde bana şöyle demişti:

“Roman okursan, insanların neyi neden yaptığını çok daha kolay anlayabilirsin.”

Sanırım bu kendisine mesleğinde de hayli faydalı oluyordur diye düşünmüştüm o zamanlar. Bu nedenle mesleğime de faydalı olabileceğini düşündüğüm için Jules Verne’nin bilimkurgu türündeki romanlarını okudum ve hayli etkilendiğimi söyleyebilirim. Hatta onunkilere benzer kendi yazdığım bazı bilimkurgu hikayeler de var. Bunları belki ilerde sitemizde ayrı yazılar olarak veya toplu halde bir kitap olarak yayınlayabilirim. Şimdiye kadar yayınlayabildiğim fantastik edebiyat türünde bir kitap var sadece. Sitemizde ana sayfada linkini bulabilirsiniz.

Kant, aynı eserinde eğitimle ilgili bir başka konuya daha değiniyor. 18. yüzyılda yaşadığı dönemde en iyi eğitim yöntemini bulmak amacıyla farklı eğitim modellerinin geliştirilmeye çalışıldığını anlatıyor. Bunlardan birinin de öğrencinin her şeyi oyun oynar gibi öğrenmesini sağlayan bir model olduğunu söyleyip eğitimde oyunun rolünü değerlendiriyor. Bu daha çok ilköğretim çağındaki çocuklarla ilgili bir değerlendirme ve günümüzde oyun dediğimizde aklımıza gelen oyunlar o dönemdekilerden hayli farklı. Ama ben oyunları temelde ortak kılan özellikler üzerinden oyun-eğitim ilişkisini ele alacağım.

Şunu da belirtmekte fayda var, bu oyunla öğrenme modeli ortaya çıktığı dönemde ciddi eleştiriler de almış. Gençlerin eninde sonunda gerçek hayatın ciddi sorunları ile karşılaşacağını ve bu nedenle onlara verilecek eğitimin de ciddiyetle sürdürülmesi gerektiği belirtilmiş. Çocukların her şeyi bir oyun gibi algılayabileceği ve bunun gençler açısından daha büyük sorunlara yol açacağı öngörülmüş. Bunlar elbetteki doğrudur ama yine de gençlerdeki oyun oynama arzusunu neden eğitimin bir aracına dönüştürmeyelim? Bu bir nevi krizi fırsata çevirmek gibi bir durum. Aynı romanlarla olduğu gibi oyunlarla da dolaylı bir öğrenme gerçekleştirilebilir diye düşünüyorum.

Öncelikle oyunların ortak özelliklerinden bahsedelim. Oyunlar bir bütündür, yani başı sonu belli bir bütünlük içerisindedir. Oyuncunun algılayabileceği ve katılabileceği şekilde kuralları vardır. Bu nedenle oyuna dahil olduğunuzda artık oyunun geçtiği ortamın bir parçası olursunuz. En çok izlenen dizilerden biri olan Queen’s Gambit dizisinde satranç ile ilgili başrol karakterimiz şöyle söylüyordu:

“64 kareden oluşan bir dünya. Orada kendimi güvende hissediyorum. Kontrolümde, egemenliğimde olabiliyor. Öngörmeye müsait. Zarar görürsem tek suçlusu benim.”

Oyunlarda, yalnızca oyun içerisindeki bir amacı gerçekleştirmeye odaklanıldığı için gerçeklikten uzaklaşılır ve bu kişiye keyif verir. Oyunların en çok eleştirilen noktası da burasıdır. Fakat oyunların en önemli özelliği, Cahil Hoca kitabında da bahsedildiği üzere, kişiyi yalnızca kendi zekası ile çıkabileceği bir çemberin içerisine hapsetmesidir. Bloom taksonomisinde Ali’nin bahsettiği öğrenme aşamaları oyun kurallarının basitliği sayesinde hızlıca geçilir ve oyunda amacınıza ulaşmak için bilgilerinizi sentezleyerek bir plan yaparsınız. Bir kazanma planı, yani strateji geliştirmeye zorlaması oyunların bize asıl fayda sağladığı noktadır. Romanlarda ve filmlerde edilgen olan gençler, oyunlarda etken ve aktif bir rol alır ve bence bu nedenle daha kaliteli bir öğrenme ve uygulama deneyimi yaşar. Bu özelliği ile oyunlar gerçekten de zekayı ciddi anlamda zorlayabilen, amaca ulaşma hırsı ile kişinin ortaya daha fazla etken irade koymasını teşvik eden eğlenceli bir potansiyele sahiptir.

Hatırlarsanız İngilizce ile ilgili bildiklerimin çoğunu bir tarihi strateji oyunundan öğrendiğimi söylemiştim. Öğrenmek zorundaydım çünkü işin ucunda oyunun içinde tarih sayfalarından silinmek vardı ve krallığımın yıkılmasını istemiyordum. Yönetmeye çalıştığım krallıkla ilgili her şeye hakim olmak için karşıma çıkan her ifadeyi iyice anlamam ve yetiştirdiğim askerlerin özelliklerini bilmem gerekiyordu. Burada farkında olmadan Türk askeri birlikleri hakkında da birçok bilgi öğrenmiş oldum. Oyunun geçtiği tarihi dönemde hangi krallıkların hüküm sürdüğünü öğrendim. Hatta Bizans askeri birliklerini bile öğrenmiştim. Ortadoğu ve Avrupa’da nerelerin engebeli, nerelerin düzlük olduğunu, şehirlerin o dönemlerdeki isimlerini, iyice hazırlık yapmadan büyük hamleler yapmamam gerektiğini, farklı medeniyetlere özgü kültürel yapıları, salgınların sebeplerini ve nasıl önlenebileceğini… Hayata dair daha öğrendiğim birçok şey sayabilirim. Bu yine bizi Cahil Hoca’nın “Her şey, her şeydedir.” prensibine götürüyor ve prensibi yeniden doğruluyor. Sosyal anlamda da oyunlardan öğrenilebilecek takım ile hareket edebilme becerisi kazanmak, psikolojik baskıyı yönetebilmeyi öğrenmek, hızlı ve stratejik kararlar alabilmek, sonuç odaklı hareket etmek en önemli kazanımlar. Bunları yalnızca oyun içerisinde değil, sosyal hayat içerisinde kullanabileceklerini de gençlere buradan ifade etmiş olalım.

Bahsettiğim yalnızca bir oyun ve benim pek çok oyun oynamışlığım vardır. Her birinin dünyası farklı, her birinin bilinçaltımıza eklediği bilgiler farklı, hareketlerimize ve davranışlarımıza etkileri farklı… Çoğunluğun söyleyeceği şu düşünceye de katılıyorum. “Oyunlar aşırı şiddet içeriyor. Gençleri şiddete teşvik ediyor.” Bilemiyorum bu soruna bir çözüm bulunabilir mi ama bilinen en eski oyunlardan olan satrançta bile bir nebze gizli şiddet vardır. İlerlemek veya rakibi alt etmek için bir şeyleri yok etmek fikri oyunlarda sıklıkla kullanılıyor. (https://www.windowscentral.com/new-oxford-university-study-find-no-link-between-games-and-violent-behavior) Ali bana şiddet davranışı ile oyunlar arasında bağlantı olmadığına dair Oxford Üniversitesi’nde yapılmış bazı çalışmalar gönderdi. 14-15 yaş gruplarında yapılan çalışmalarda oyun esnasında kaybetmeye ve ölmeye bağlı agresifleşmelerin olduğunu fakat bunun süreklilik arzetmediğini tespit etmişler. Bu da yine oyunların bir bütünlük içerisinde olmasından, “oyunda olan oyunda kalır” gibi bir eğilimden kaynaklanıyor olabilir.

Yine son dönemin en çok izlenen dizilerinden Squid Game dizisi de buna bir örnektir. Dizinin evrensel düzeyde yakaladığı başarının en önemli kaynağı, sembolik olarak ifade etmek istediklerini çocuk oyunları üzerinden anlatması olduğunu düşünüyorum. Çünkü Kant’ın da belirttiği gibi çocuk oyunları basit ve evrensel olur. Yine bu diziden öğrendiğim bir diğer sosyal davranışı da şöyle ifade edebilirim:

“Vahşet içerse dahi, kuralları belirli bir düzene insanlar uyum sağlayabilir.”

Bu bana 2. Dünya Savaşı’nda yaşananların da benzer bir düşünce ile açıklanabileceğini hissettirdi. Bugünkü konumuza bu nedenle dizi ve filmleri de dahil edebiliriz böylece.

Yine de bir uyarıda bulunmakta fayda görüyorum. İnsanın çok yönlü bir yapıya sahip olduğundan sık sık bahsettik. Farklı alanlarda bilgi sahibi olmanın beynin gelişimine nasıl katkıda bulunduğundan, öğrenme kalitesini nasıl artırdığından. Tek bir konuyu öğrenmeye çalışıp, tüm vaktini o konuya harcamak nasıl iyi bir yöntem değilse; tüm vaktini kitap okuyarak ya da oyun oynayarak geçirmek de insan için faydalı değildir. Oyunların ve romanların bahsettiğimiz faydaları ancak çok yönlü ve gözlem becerisi gelişmiş insanlar için geçerlidir. Aksi halde oyun bağımlısı olmak ya da kitaplardan başını kaldırmamak beraberinde farklı sağlık sorunlarını getirir. Her şeyin olduğu gibi bunların da fazlası zarar getirecektir. Özellikle bağımlılık düzeyinde hiçbir uğraşımız olmamalı.