Stoa felsefesi, günümüz eğitim sorunlarına pratik bir bakış açısı sunmaktadır. Bu bölümde stoacılıktan ve eğitimin bir parçası olarak disiplinin öneminden konuşuyoruz.
Bugünkü konu, önceki bölümlerden daha soyut ve kapsayıcı. Bu yüzden konuya girmeden önce şimdiye kadar yayınladığımız bölümlerin kısa bir özetini yapmak istiyorum. İlk dört bölümde, muhtemelen ismini yanlış telaffuz ettiğim, Fransız filozof Jacques Rancier’in bir kitabını inceledik. Cahil Hoca isimli, podcastimize adını veren bu kitap, eğitim ve zihinsel özgürleşme üzerine felsefi bir metin. Doğanın yasasının bireysellik olduğunu ve mevcut eğitim anlayışının, tüm dünyada, bireyselliği yok ettiğini ve insanı aptallaştırdığını iddia ediyordu.
Yazar yapısalcı marksist bir filozof ve eğitim konusuna daha çok politik açıdan yaklaşıyor. Biz bu kısımları ayıkladık. Çünkü Talha da ben de sosyalizm ve Avrupa özelinde bu tartışmalara pek aşina değiliz. Yine de yazarın buradaki düşüncelerine pek katıldığımı söyleyemem. İşçi sınıfından, diğer pek çok sosyalist hareket gibi, gerçekçi olmayan çok fazla beklentisi olduğunu düşünüyorum. Tabi konuyu çok bilmediğim için herhangi bir eleştiride bulunmam doğru değil. Neyse…
Kitabın bizim ilgimizi çekmesinin nedeni ise yazarın çok ince bir noktayı yakalaması ve bunun üzerinden çok sistematik bir düşünce inşa etmesi. Yazarın yakaladığı nokta eğitimde bireyselleşmenin önemi ve sonuçları üzerine. Bu basit bulgu üzerinden ise ortaya koyduğu eğitim düşüncesi çok radikal. Biz de onun yöntemini kullanarak Türkiye özelinde ve genelde eğitim düşüncesini yeniden ele almaya çalışıyoruz. Podcast bölümleri daha çok devam eden bir çalışmanın ara ürünleri gibi. İlerleyen zamanlarda bunları düzgün bir biçimde derleyip toparlayacağız.
İlk dört bölümde Cahil Hoca kitabını konuştuk. Sonraki bölümlerde mantık ilmini, sanatı, öğrenmenin seviyeleri ve aşamalarını, beyin plastisitesini, oyun ve romanın eğitimdeki rolünü, insanın çok yönlülüğünü, tembelliliğe olan eğilimimizi, dopaminin motivasyonumuza etkisini, bin beyin teorisini, toplumdaki yetenek yanılgısını ve otodidakt kavramlarını ele aldık. Bu bölümlerde Cahil Hoca kitabında kullanılan yöntemi kullandık ve düşüncelerimizi bazı güncel bulgularla destekledik.
Yazarın düşüncesinde katılmadığımız en önemli husus ise yazarın felsefesinin çok fazla sonuç odaklı olması. Hatırlarsanız yazarın Sokrates’i hiç sevmediğinden bahsetmiştim. Ranciere Sokrates’e diyor ki, neden sana mahkemede retorik yapan insanları alt edemedin? Çünkü sen onların seviyesine inemeyecek kadar kibirlisin. Kısacası düşmanlarınla yeterince çarpışmayıp, kaybettin!! Retorik de diğer diller gibi bir dildir. O da akıl dışı olmasına rağmen zekanın bir ürünüdür. Bunu diyerek, tüm idealist siyasetçilere de göndermede bulunuyor. Ranciere’in felsefesi sonuç odaklı ve Sokrates sonuçları bence biraz yüzeysel değerlendiriyor. Sokrates mahkemeyi alabileceği en kötü cezayı alarak kaybetti. İdam edildi. Bu yüzden Ranciere kendisine kızgın.
Bu aslında bir konuda sizden daha iyi olan birisinin var olmasının sizin suçunuz olduğu anlamına geliyor. Bu sert tutum aynı zamanda çevresel faktörleri tamamen ihmal ederek, “İsteyen istediği şeyi öğrenir, öğrenmek için her zaman imkan vardır” diyor. Suçunuz tembellik! Yazarın sert olması anlatmak istediği şeyin daha iyi anlaşılmasını sağlıyor. Hatta Ranciere sırf bu yüzden, böyle düşünmese bile kitabı sert yazmış olabilir. Böyle bir şey yapıyorsa şayet kitabın felsefesi ile tutarlı olurdu. Biz bu sert bakış açısını Stoa felsefesinden ilham alarak biraz yumuşattık. Bugün kısaca Stoa felsefesinden ve bu felsefenin eğitime uygulanması üzerinden bahsedeceğim. Stoacılığın ortaya çıkışı Stoacılığı diğer pek çok felsefi düşünceden ayıran en önemli özelliği pratik ile daha çok ilgilenmesidir. Stoacılar felsefeyi üçe ayırır: Fizik, Mantık ve Ahlak. Derler ki Fizik ve Mantık daha iyi ahlak felsefesi yapabilmek için vardır. Bu yüzden bireyin yaşantısı ile doğrudan ilintilidir.
Stoacılık ile alakalı pek çok kaynak taradım ama bunlar içerisinden benim için en faydalısı, Bilkent Üniversitesi Felsefe bölümünde öğretim üyesi olan Tufan Kıymaz’ın Mutluluk Hayatın Dirençsiz Akışıdır - Kıbrıslı Zenon kitabı oldu. Stoa felsefesi ile uyumlu olarak kitap oldukça kısa ve yoğun. Konu uzatılmamış ve gayet sade bir dille anlatılmış.
Stoacılığın kurucusu olan Zenon’a göre Doğa, Zeus ya da Evren olarak adlandırılan şeyler aynı şeylerdi. Evren ise özünde iyiydi. Bu yüzden evrenin nedensellik sürecine teslim olmak erdemli bir davranıştı. Buna aynı zamanda “doğaya uygun olarak yaşamak” da diyorlar. Zenon’un stoa felsefesi panteist bir evren anlayışından ortaya çıksa da felsefenin özünü oluşturan şey panteizm değildir. Felsefenin özünü oluşturan nokta insanın hayattaki amacının “erdemli yaşamak” olması gerektiğini söylemesidir. Diğer tüm amaçlar insanı “kötü” yapabilir. Mesela çok para kazanmak isteyen bir kişi bunu yapabilmek adına pek çok kötülük yapabilir. Ya da insanlara yardım etmeyi hedefleyen bir kişi dahi, bu uğurda başka kötülükler yapmak durumunda kalabilir. Ama erdemli yaşamayı hedefleyen birisi asla kötü olamaz. Bu yüzden erdemli olmak stoa felsefesinin yegane amacıdır diyebiliriz.
Eğer panteist bir düşünceyi stoa felsefesinden çıkarırsak neden doğaya uygun yaşamamız gereksin? Bu durumda erdemi tanımlamamız gerekiyor. Mesela Roma sonrası dönemde Hristiyanlar evreni Hristiyan tanrısı ile değiştirip, hristiyan ahlakını da erdemin yerine koyarak Stoa felsefesinin farklı bir versiyonunu inşa etmişler. Doğa ile uyumlu yaşamak ise sadece akılcı bir davranıştır. Bunun için panteist bir evreni kabul etmeniz gerekmez. Şöyle ki, eğer bir şey sizin kontrolünüzde değilse o konuda endişelenmeniz gerekmez. Kontrolünüzde değilse, yapmanız gereken yapabileceğiniz seçimlere odaklanmak ve erdemli olanı seçmektir. Eğer kontrolünüzde ise endişelenmeniz yine gereksizdir. Çünkü bu durumda akıl size çabalamanızı söyler. Yani sizin kontrolünüzde olan şeyin endişe yaratması anlamsızdır. Eğer sonuç alıp alamayacağınızdan emin değilseniz bu durumda akılcı olan şey elinizden geleni yapmanız ve sonucu evrene/tanrıya bırakmanızdır. Çünkü kontrol edemeyeceğiniz şeyler hakkında endişelenmek akılcı ve erdemli değildir.
Aklınıza bu örneğin pek çok istisnası gelebilir veya yeni sorunlar bulabilirsiniz. Mesela o zaman, örneğin, adaletsizliklere razı mı olmalıyız? Eğer böyle yaparsak bu erdemle nasıl bağdaştırılır? Endişelenmek her zaman zararlı mı? Stoacıların tüm bu sorulara sistematik cevapları var. Merak edenlere biraz önce bahsettiğim “Mutluluk Hayatın Dirençsiz Akışıdır - Kıbrıslı Zenon” kitabını tavsiye ederim. İslam, Hristiyanlık, Budizm ve Taoizm Stoacılığın diğer felsefi düşüncelerle kıyasını yapılabilir ama dinlerle kıyaslanması daha ilginç olacaktır diye düşünüyorum. Hoş, din ile felsefe arasında zaten çok kolay değil. Biraz önce ifade ettiğim gibi Hristiyanlar Antik Yunan stoa felsefesindeki panteist evren anlayışı yerine Hristiyan Tanrısını koyarak farklı bir stoacılık anlayışı geliştirmişler. Bu çok radikal bir dönüşüm değil çünkü Stoacılık dinlerle oldukça uyumlu görünüyor. Hatta dinlerin Stoa felsefesi için daha güçlü bir zemin oluşturduğu bile iddia edilebilir.
Bunun dışında Stoa düşüncesinin yansımalarını, etkisi değil, başka dinlerde de bulmak mümkün. Mesela, tamamen aynı olmasa da Taoizm, tao yani akış ile uyumlu yaşamayı öğütler. Tao/Akış üzerinden varlık felsefesi yapar ve bir yaşam tarzı inşa eder. Budizm stoacılığa biraz daha uzak olsa da, budizm dininde ya da felsefesinde de insanın nefsini terbiye etmesi ve nötr bir ruh haline yani nirvanaya ulaşmaya çalışması da stoacılığa pek çok yönden benzetilebilir. Budizmden farklı olarak Stoacılar bu kadar uç noktaya ulaşmayı hedeflemezler. Duyguların varlığını kabul ederler ama bunların aldığımız kararlara etki etmesine engel olmaya çalışırlar.
Diğer yandan, stoacılık İslam’da tevekkül kavramı ile karşılaştırılabilir. Tevekkül, bir kimsenin kendini Allah’a teslim etmesi, rızkında ve işlerinde Allah’ı kefil bilip sadece O’na güvenmesidir. Bu anlamda kadere teslimiyet ama diğer yandan içinde bulunduğu şartlar altında insanın elinden geleni yapması, dua etmesi ve çabalaması öğütlenir. Stoacılar bir plan yaptıkları zaman “Eğer evren izin verirse…” derlermiş. Bu deyiş yine İslam’daki “İnşallah” yani “Allah izin verirse” ile oldukça benziyor.
Eğitimdeki Büyük Kaybımız: Disiplin
Bu bölüme özetle başlayıp, çok derin bilgi sahibi olmadığım dinlere ve felsefeye geldim. Şimdi eğitime dönelim. Stoacılığı anlatmamın ve diğer dinlerle ilişkilendirmemin sebebi şuydu. Neredeyse tüm dinler ve felsefeler insanın kendisini tanıması ve kontrol edebilmesini çok önemsemişler. Tüm dinler ve felsefeler, kontrolümüz altında olmayan şeylere karşı nasıl tutum takınacağımız konusunda öğüt vermişler. Bunu yapamayan insanların mutsuz olacağını ve/veya erdem sahibi olamayacağını iddia etmişler. Erdemli yaşamak ve mutlu olmak için nefsin terbiyesi için yöntemler geliştirmişler. Çünkü insanın kendisini tanıması ve duygularını kontrol edebilmesi için disiplinli yaşaması gerekir.
Disiplin kazanmak, özgürlüğünün ve sorumluluklarının idrakinde bir birey olmak ile alakalı daha ilkokulda dinlediğim bir hikaye vardı. Sanıyorum ki herkes kozadaki kelebeğin hikayesini duymuştur:
Bir gün, adam ormanda gezerken bir kelebeğin kozasından çıkmaya çalıştığını gördü. Kozasındaki küçük delikten çıkmaya çabalayan kelebeği saatlerce izledi. Sonra adam, kelebeğin kozadan çıkmak için çabalamaktan vazgeçtiğini, gücünün kalmadığını düşündü. Kelebeğe yardım edeyim de kolayca çıksın diye düşündü ve kozadaki deliği daha rahat çıksın diye büyüttü. Bu sayede kelebek kozasından kolayca çıkabildi. Fakat çıkmaya daha hazır değildi, bedeni hala kuru ve kanatları buruş buruştu. Adam, kelebeğin gücünü toplayıp, kanatlarını açıp, uçacağını düşünüyordu. Ama Kelebek kozasından zamanından önce çıkmıştı. Ne kadar çabalasa da uçamadı ve buruşmuş kanatlarıyla yerde sürünmeye devam etti. Adam iyi niyetli bir şekilde kelebeğe yardım etmeyi istemişti ama bilmediği nokta; kelebeğin kozadan çıkmak için çabalaması, bedenindeki sıvının kanatlarına gitmesini ve bu sayede doğru zamanda kozasından çıktığında uçabilmesini sağlayacaktı.
Günümüz eğitim sisteminde ise, ben her geçen gün disiplinin “özgürlük” ile değiştirildiğini düşünüyorum. Öğrencinin kötü davranışta bulunduğu zaman cezalandırılması, karşılıksız iyilikler yapmaya alışması (mesela ilkokul üçüncü sınıfta öğretmenimiz bizi okuma-yazma bilmeyenlere yardımcı olmamız için kurslara götürürdü.), sınıfını ve okulunu bizzat kendisinin temizlemesi, yeterince ders çalışmadığı zaman sınıfta kalması, … Tüm bu basit gibi görünen şeylerin insanın disiplinli olmasına ve olgunlaşmasına katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Çocukluk ve gençlik döneminde kendisini, duygularını tanıyamamamış olmak, sorumluluk sahibi olmayı öğrenememek, hayata geriden başlamak demektir. Eğitim ve öğretimin de ilk gayelerinden birisini olması gerekir.
Biraz kendimizle çeliyor gibiyiz sanki. Zihinsel özgürleşmeyi savunan bir podcast çalışmasında, öğrencilerin şu anda sahip olduğu özgürlüğü ve disiplinsizliği neden eleştiriyoruz?
Hatırlarsanız özgürlüğü ikiye ayırmışık. Birincisi bireyin yapabileceği şeyler konusundaki özgürlüğü, ikincisi ise zihinsel özgürlüğü. Mevcut sistemde ise öğrenciler yapabilecekleri konusunda çok fazla özgürlüğe ama çok az sorumluluğa sahipler. Diğer yandan ise zihinsel olarak müfredatın kafesine hapsedilmiş durumdalar. Kafesin içerisinde neyi, nasıl öğrenecekleri konusunda rehberleri var yani özgürlüklükleri yok. Bizim savunduğumuz ise tam tersi. Öğrencilerin mevcut özgürlüklerini yani iradelerini kısıtlayacak daha fazla sorumluluğa ama öğrenim süreçlerinde ise daha fazla zihinsel özgürlüğe sahip olması gerektiği. Özgürlükler sorumluluklarla nasıl kısıtlanır? Mesela dersleri daha zor olsun ya da okul sonrası için sosyal sorumluluk bilinci oluşturacak faaliyetler planlansın ve zorunlu tutulsun. Böylece öğrencinin oyun oynamaya daha az vakti olacak ve öğrencinin zihnini bazı kafeslere hapsetmiş olacağız. O kafeslerden kendi çabaları ile çıkmalarını bekleyeceğiz. Mesela çok çalışırsa, sınıf atlayabilme imkanı olsun. Ya da üniversite sınavına lisenin son iki yılı girebilsin. Ya da seçmeli dersleri için gerçekten seçim yapabilsin. Veyahut, derslere katılmadan sınavlarını verebilme imkanı olsun. Ve daha aklıma gelmeyen pek çok şey…
Kısaca öğrencinin girebileceği kafeslerin konusunda kendisine biraz özgürlük tanıyor ve kafeste kendi başına mücadele etmesi gerektiğini söylüyoruz. Kafes, onun sorumluluk alanı ve orada özgür kalmalı. Ve özgür olduğunun idrakine varmalı. Diğer yandan mevcut eğitim sisteminde bu kafesler çok zayıf. Kafesten çıkmak çok kolay ve bu öğrencilerin zihnini yeterince yormuyor. Bu da yetmezmiş gibi kafesten çıkabilmek için öğrenciler kendilerini muktedir görmüyor. Bu yüzden sürekli yardıma ihtiyaçları varmış düşüncesi ile büyüyerek, bağımlı bir zihinsel durum içerisinde yetişiyorlar.
Metafor ile daha fazla kafa karıştırmadan gerçek dünyaya dönelim. Lise bitene kadar ana okulu saymazsak, on iki sene boyunca okula gidiyoruz. Çocukluğumuzun ve gençliğimizin bu kadar büyük bir bölümünü eğitime ayırıyoruz ki, hayata kendimizi hazırlayabilelim. Eğer 12 senenin 8 senesinde ingilizce dersi alıp, ingilizce öğrenemiyorsak zamanımıza yazık değil mi? Bir bölümde 8 sene ingilizce dersi almış öğrencilerin çoğunun ingilizce en çok kullanılan 1000 kelimeyi bile bilmediğini söylemiştim. Yani aslında ingilizceyi öğretme yöntemimizin kötü olmasından ziyade, öğrencileri içine koyduğumuz kafes çok zayıf. Öğrenciler 1000 kelime bile öğrenemeden 12. Sınıfı bitirebilmiş ve ingilizce derslerini hep geçmişler. Her sene öğrencileri ingilizce derslerinde bir kafese hapsetmişiz ama bu kafeslerden nasıl çıkacakları konusunda da yol gösteren birileri olmuş. Kendi başlarına çıkmamışlar ve dolayısıyla ne 1000 kelime öğrenebilmiş ne de ingilizce öğrenebilmişler.
İşte tam bu nokta da ilkokula giden çocuğu olan bir Stoacı baba şöyle düşünür:
Eğitim sistemi belki değişir, belki değişmez. Muhtemelen kısa zaman içerisinde değiştirilmesi mümkün değil. Bu yüzden çocuğumun kendisini ingilizce öğrenme ihtiyacı hissedecek durumlar içerisinde sokmalıyım. Yani farklı bir kafese… Çünkü okullar bunu yapamıyor.
Ardından da yapabileceği şeyleri düşünür. Yapılabilecek şeyler herkesin imkanına göre değişir. Mesela ingilizce biliyor ise, çocuğu ile ingilizce konuşmaya başlayabilir. Eğer çok parası varsa, çok iyi bir kursa ya da özel okula gönderebilir. Kendisi de ingilizce bilmiyorsa, çocuğu ile birlikte çalışabilir…
Stoacı babanın önündeki seçeneklerden bazıları, mesela özel okul çok kolay. Parayı vermek dışında pek bir şey yapması gerekmiyor. Diğer seçenekler ise kendisinin ortaya bir irade koymasını gerektiriyor. Yani disiplinli bir şekilde çocuğunu takip etmesi ve belki de onunla birlikte çalışması lazım. Tüm bu da yetmezmiş gibi, çocuğunun bu süreci devam ettirebilmesi için onun da disiplinli bir şekilde yaşamasına da öncülük etmeli. Bu süreci tecrübe eden çocuk, ki bu bir hocadan öğrenebileceğiniz en iyi şey, sistemin dışında hareket edebileceğinin idrakine varacaktır.
ÖZET
Kısacası Stoa felsefesi, bireysel açıdan çok pratik bir bakış açısı sunuyor. Eğitim sistemindeki sorunları konuşurken yapılıp yapılamayacağı belli olmayan şeylerle enerji kaybetmektense, bireyin kendine dönmesine ve yapabileceklerine odaklanmasını salık veriyor. Belki bu düşünce pek çok kişi tarafından, mesela 20 sene önce, çok uygulanabilir görünmeyebilirdi. Halbuki bugün internet aracılığı ile daha az maliyetle, daha verimli öğrenim görme araçları var. Bunlar konvensiyonel eğitim sisteminden çok daha ucuza geliyor.
Böyle bir durumda elbette bir ebeveynin ya da bireyin sürüden ayrılarak bir yol izlemesi oldukça cesaret isteyen bir karar. Böyle bir yola baş koyabilmek için güçlü bir irade, disiplinli bir yaşam tarzı gerekiyor. Pek çok kişi gibi eksikliğini en çok çektiğim şeylerden birisi. Tabi disiplinli bir hayat tarzı inşa edemememizde çevresel faktörler, bilhassa son yıllardaki konforlu yaşamımız, büyük rol oynuyor. Bu durum herkesin kendi başına içinden çıkması gereken bir kısır döngüye hapsediyor. Bu kısır döngünün neden ve nasıl oluştuğunu daha önce dopamin hormunu üzerinden konuşmuştuk. Bu bölümde ise özelde stoacılık üzerinden, pek çok kadim felsefede ve dinlerde disiplinin kazanımının eğitimin önemli bir parçası olduğunu göstermeye çalıştım. Son günlerde değeri çok az anlaşılan ve her geçen gün kaybettiğimiz bir edinim.
Bir sonraki bölümde görüşmek dileğiyle.